BONJOUR PARİS

Quartier Tuileries ve Louvre Müzesi

Paris’te hava biraz serin, günlerden Cumartesi. Yaklaşık 3,5 saat süren uçak yolculuğundan sonra bavulları Haussmann üzerindeki otelimize bırakıp öğleden sonra şehri keşfetmek üzere sokaklarda dolaşmaya başlıyoruz. İlk durağımız şehrin “Quartier Tuileries” bölgesi. Bu bölgenin bir yanında Avrupa’nın en görkemli tarihi meydanlarından biri olan ve 3.200 yıllık Luksor taşının bulunduğu Place de la Concorde, diğer yanında ise dünyanın en önemli sanat koleksiyonlarına ev sahipliği yapan Louvre Müzesi yer alıyor. Müzenin 1989’da açılmış olan Piramit Girişi’nden giriyoruz. Da Vinci’nin Şifresi filmini seyredenler için bu giriş gayet tanıdık gelecektir.  Louvre’da görmeyi en çok istediğim resimler; Sakallı’nın puzzle’ını yaptığı ve salonumuzu süsleyen Jan Vermeer’in Hollanda’daki gündelik ev hayatını anlattığı Dantelci Kız tablosu ve babamın ben çocukken puzzle’ını yaptığı Leonardo da Vinci’nin Rönesans porte sanatının en tipik örneği olarak kabul edilen Mona Lisa’sı. Ancak her iki resim de puzzlelarıyla kıyaslandığına o kadar küçükler ki, hayal kırıklığına uğruyorum. Louvre’un koridorlarında saatler harcadıktan ve Marly’nin Atları, Michelangelo’nun Ölen Köle heykeli ile Milo Venüsü heykelini de gördükten sonra Louvre’dan çıkarak Napolyon’un 1805 yılındaki zaferleri anısına dikilen Arc de Triomphe du Carrousel’in altından geçtikten sonra Carrousel Bahçesi’nde yürüyoruz.  İçerisinde restoranlar, galeriler ve mağazalarla donatılmış Jardin du Palais Royal’i de gezdikten sonra pahalı butikleri, kitapçıları ve otelleriyle Paris’in en gösterişli caddelerinden biri olan Rue de Rivoli’de dolaşıyoruz.  En sevdiğim ressam Claude Monet’in nilüferler serisini görmek üzere Jardin des Tuileries içindeki Musée de l’Orangerie’ye de gidip zemin kata iniyoruz.

Ertesi gün Pazar, şehirdeki tüm mağazalar ve restoranların büyük çoğunluğu kapalı. Bu yüzden günü birlik Disneyland’a gitmeye karar veriyoruz.

EuroDisney

EuroDisney şehir merkezine trenle 45 dakika mesafede yer alıyor. Kapısında her zaman uzun kuyruklar var. Çocuklarının ellerini tutan ve onların çekiştirdiği yere doğru sürüklenen anne babaları görmek pek eğlenceli.

EuroDisney temel olarak üç alandan oluşuyor. Disneyland Park, Walt Disney Studios ve otellerin bulunduğu Village. Tam gün için “all access” bilet alırsanız, tüm alanlara girebiliyorsunuz ve içerdeki aletlere binmek, turlara katılmak veya stüdyo kısmını gezmek için ayrıca bilet almıyorsunuz.

Biletlerimizi aldıktan sonra gezmeye Disneyland Park’tan başlıyoruz. Disneyland Park’ta kendi içerisinde 5 ayrı bölüme ayrılmış durumda. Fantasyland, Discoveryland, Adventureland, Frontierland ve Main Street.

Main Street üzerinde hediyelik eşya satan dükkânların ve cafelerin yer aldığı ve en ucunda tüm Disney filmlerinin fragmanlarında ve girişlerinde görülen, Disney’in sembolü haline gelmiş olan Uyuyan Güzel’in Şatosu’nun (Sleeping Beauty Castle) yer aldığı bir cadde. Bu cadde üzerinde Disney karakterleri günün farklı saatlerinde geçit töreni şeklinde hayranları ile buluşuyor. Cafelerin birinin terasında oturarak bu geçit törenini izlemek çok keyifli.

Main Street’te yürürken tüm çocukların kafasında Mickey ya da Minie kulaklı taçlar görüyorum, ve tabii “Ben de istiyorum!” diye tutturuyorum. Kulaklarımı taktıktan sonra Fantasyland turumuza başlıyoruz. Yanımızdan geçerken annesine beni ve kulaklarımı işaret eden 3-4 yaşlarındaki çocuğa ters ters bakıyorum.

Öncelikle, gondol şeklinde tasarlanmış botlara binerek “it’s a small word” turu yapıyoruz. Bu turda dünyanın farklı ülke ve kültürlerine ait bebeklerin “it’s a small word” şarkısı eşliğinde nasıl dans ettiklerini izliyoruz. Küçük çocukların bu tura bayılacağına eminim! Sonrasında ise çok rağbet gören “Peter Pan’s Flight” turunu yapıyoruz. Peter Pan ve arkadaşları ile birlikte yatak odasından çıkıp Londra sokaklarından Varolmayan Ülke’ye (Neverland) doğru uçuyoruz, Wendy ve Kaptan Hook ile karşılaşıyoruz. Fantasyland kısmında küçük çocuklar için diğer güzel atraksiyonlar: Çocukların çay fincanlarının içine binerek döndüğü “Mad Hatter’s Tea Cups” ve tabii “Le Carrousel de Lancelot” yani atlıkarınca. Fantasyland kısmından sonra biraz macera yaşamaya karar vererek Adventureland bölümüne doğru gidiyoruz. Önce iki korsan gemisinin saldırısı arasında sıkışıp kalıyoruz (Pirate’s Beach) sonra ise Karayip korsanları tarafından esir alınıyoruz (Pirates of the Caribbean).

Tam bu kadar macera bize yeter diyoruz ki, Indiana Jones çıkıyor karşımıza ve onunla birlikte eski bir maden arabasına binerek heyecanlı bir yolculuğa çıkıyoruz (Indiana Jones and the Temple of Peril). Maden arabasının hızından başım dönüyor, çığlıklarımı koyuveriyorum. Macera ve adrenalinden yorgun düşmüş bir halde Batı’nın eski bir maden kasabasını andıran Frontierland kısmına doğru gidiyoruz. Burada da bir maden arabasına biniyoruz ve madenin derinliklerine doğru yola koyuluyoruz. Üstümüz başımız hafif ıslanmış şekilde, evet gene bolca çığlık atarak, yakam paçam bir tarafta iniyorum Big Thunder Mountain’dan! Frontierland’da diğer güzel atraksiyonlar, Phantom Manor ve Thunder Mesa Riverboat Landing.

[metaslider id=3138]

Disneyland Park’taki son durağımız ise Discoveryland oluyor. Burada Star Wars’ın uzay mekiğine binerek yıldız savaşlarına katılıyoruz. Üç boyutlu bu gösteride uzay mekiğinin içerisinde dünyanın yörüngesinden çıktığınızı hissediyorsunuz (Star Tours). Sonrasında ise Space Mountain Mission 2 ile uzayın derinliklerinde kayboluyoruz. Uzayda gezinti karnımızı acıktırıyor ve nerede yemek yesek diye bakınmaya başlıyoruz. Sonunda yemeği Walt Disney Studios tarafında yemeye karar veriyoruz.

Stüdyo tarafında Walt Disney’in hikayesini de öğreniyoruz. Walt Disney, Kansas City’de gazete gazete dolaşarak çizdiği karikatürleri satmaya uğraşıyormuş. Ancak tüm yazı işleri müdürleri ona karikatüre yetenekli olmadığını, başka iş aramasını söylüyormuş. Ancak karikatür Walt Disney’in hayat amacı, tek rüyasıymış. Bu nedenle işin peşini bırakmamış ve en sonunda bir kilise rahibi Walt Disney’den kilisedeki aktivitelerin resimlerini çizmesini istemiş. Walt Disney’in çalışabilmesi için de bu kilisenin eski garajını kullanmasına izin vermiş. Bu garaj çok bakımsız, farelerle dolu bir yermiş. Ancak o farelerden biri Walt Disney’i şöhrete kavuşturmuş! İşte Mickey Mouse böyle doğmuş. Stüdyo tarafında trenle etrafı gezebilir, Disney çizgi filmlerinin ve filmlerinin kısa görüntülerini ve çizim hikâyelerini gösteren filmleri izleyebilir Disney karakterlerinin sahne şovlarını izleyebilirsiniz.

Akşamüzeri, hem beğendiğim Disney karakterlerinin hediyelik ürünlerini almak hem de kendimize Disney geçidi için güzel bir bulmak üzere tekrar Disneyland Park tarafına geçiyoruz.

Disneyland’ta Gezerken:

  • Parkta bazı aktiviteler için boy sınırlaması var. Bu nedenle önceden bir park haritası edinerek hangi aktivitelerin boy sınırlaması olup olmadığını öğrenmekte fayda var.
  • EuroDisney’de her zaman kuyruk beklemek zorundasınız, bunu bilin. Bir aktivitenin giriş kapısında ortalama kaç dakika bekleyeceğiniz yazıyor. Hafta arası bu süreler 5-10 dakika iken haftasonu, 3 dakikalık bir aktivite için 1 saat bekleyebiliyorsunuz.
  • Fast Pass: Çok kuyruk olan ve bekleme süresi çok uzun olan aktiviteler için düşünülmüş hızlı geçiş sistemi. Bir aktiviteye fast track bilet alarak, bilet üzerinde yazan saatte aktiviteye sıraya girmeden, “fast track/öncelikli geçiş” kapısından girebiliyorsunuz. Fast Pass aldığınız saat ile size aktiviteye girmeniz için verilen saat arasında 1-1,5 saat oluyor. Unutmayın, aynı anda sadece 1 fast pass alabiliyorsunuz, yani bir fast pass aldıysanız, onu kullanmadan diğerini alamıyorsunuz. Park haritasında fast pass alınabilen aktiviteler ve fast pass gişeleri de belirtilmiş.

Champs-Elysées ve Eyfel Kulesi

Ertesi gün sabah erkenden kalkıp yollara düşüyoruz. Ben Paris’in belli başlı iki büyük alışveriş merkezi olan Galeries La Fayette ve Au Printemps’ın içindeki tavan vitraylarının fotoğraflarını çekmek istediğimi söylediğimde Sakallı bu durumu pek hoş karşılamıyor, alışveriş merkezine girip de bir şey almadan çıkmayacağımı düşündüğü için önce yan çizer gibi yapsa da sonra istemeye istemeye kabul ediyor. Her iki alışveriş merkezi de Haussmann üzerinde ve otelimize yürüme mesafesinde olduğu için Klasik ile Barok tarzını bir arada yansıtan Opera Binası’nı geçerek yürümeye başlıyoruz. Fotoğraf çekme işim bittikten sonra Paris’in en ünlü alışveriş caddesi Champs-Elysées’e doğru gitmeye karar veriyoruz.  Önce Haussmann’dan Arc de Triomphe’ye dek yürüyoruz. Napoléon, en büyük zaferi kabul edilen 1805 yılındaki Austerlitz savaşının ardından askerlerine eve döndüklerinde zafer taklarının altından geçeceklerini söylemiş. Bir yıl sonra ise dünyanın en ünlü zafer takının yapımına başlanmış. 50 metre yüksekliğinde olan Arc de Triomphe bugün zafer kutlamaları ve geçit törenlerinin başlangıç noktası. Takın altından geçerek önce Avenue des Champs-Elysées’de sonra Chanel, Dior ve Valentino gibi lüks markaları dükkanlarının yan yana yer aldığı Avenue Montaigne’de dolanıyoruz. Sakallı beni mağaza vitrinlerinden uzak tutuyor. Öğle yemeği sonrasında Eyfel Kulesi’ne gidiyoruz. Önünde upuzun bir kuyruk var. 1889’daki Evrensel Fuar’a gelenlerin ilgisini çekmek için yapılan bu kule New York’taki Empire State binası yapılana dek dünyanın en yüksek binasıydı. Yapıldığında çok fazla eleştiri alan Eyfel Kulesi artık şehrin sembolü haline gelmiş durumda. Uzun kuyruğun bitmesi ve bizim çift katlı asansörlere binerek yukarı çıkmamız toplam 3,5 saat sürüyor. Yukarı çıkınca beni dümdüz bir şehir karşılıyor. O zaman anlıyorum ki aslında Paris’e yukarıdan bakmak yerine, aşağıdan Eyfel Kulesi’ni de göreceğin bir yerden bakmak gerekiyor. Öğleden sonra Seine Nehri’nde bot turu yapmaya karar veriyoruz. Bot turu sırasında Paris’in ilk dökme demir köprüsü Passerelle des Arts’ın altından geçiyoruz. Eskiden darphane olan Hotel des Monnaies’i, devrim zamanı hapishane olan Conciergerie’yi ve Gotik mimari örneği, Paris’in sembollerinden biri olan Notre Dame Kilisesi’ni görüyoruz.  Katedralin doğu ucundaki Uçan Payandaları net göremiyorum. Notre Dame’ı gezmeye tekrar geleceğimiz için bozuntuya vermiyorum. Tekne gezileri hergün 10:00-19:00 arası ancak yaz döneminde 21:00’e kadar. Tekne tur operatörleri aynı zamanda akşam yemekli geziler de yapıyor. Vedettes de Paris-İle de France, Bateaux Parisiens, Batobus, Bateaux-Mouches ve Vedettes du Pont Neuf en bilinen tekne turu operatörleri.

St Germain- Des- Prés

Akşam gün batarken St Germain- Des- Prés tarafına gidiyoruz. 1950’lerde entelektüel kesimin uğrak yeri olan bu caddede birbirinden güzel kafeler, eski ve ikinci el kitap satan dükkanlar yer alıyor. Buraya geliş amacım Paris’in ünlü cafelerinden Les Deux Magots ve Cafe de Flore’u görmek, buralarda yemek, içmek. Les Deux Magots hala edebiyat çevresinden entelektüel yazarların uğrak yeri olma özelliğini koruyor. Hemingway gibi ünlü yazarların uğradığı bu cafenin dekorasyonu da 20’lerden, 30’lardan kalma bir tarza sahip.  Cafe adını içerideki sütunda yer alan iki Çinli tüccar heykelinden (magot) alıyor. Les Deux Magots’ta hayatımda içtiğim en pahalı sıcak çikolatayı yudumluyorum. Sonra Art Deco bir tarza sahip olan Café de Flore’a gidiyoruz. Burada ise akşam yemeği yemeğe karar veriyoruz. Yemek sonrası ise yorgunluktan bitap düşmüş şekilde otelimize dönüyoruz.

Centre Pompidou ve Çevresi

Salı günü sabahtan Beaubourg ve Les Halles bölgesine gidiyoruz. Burada beni çeken şey Paris’in modern sanatlar müzesi Centre Pompidou’nun borulardan oluşan renkli duvarları oluyor. Müze’de gazeteci Sylvia von Harden’in portresini ve kübist tekniği sevmesem de (Picasso duymasın!) Georges Braque’nin Le Duo isimli çalışmasını beğeniyorum.  Bu bölgede Paris’teki son Rönesans dönemi çeşmesi Fontaine des Innocents’i ve Le Defenseur du Temps heykelini de görüyoruz.

Sonrasında 19. yüzyıldan kalma porselen bebek görmek için Musée de la Poupée’ye gidiyoruz. El yapımı porselen bebeklerin sergilendiği vitrinlere yüzümü yapıştırıp bebeklere hayranlıkla bakıyorum. Babamın Almanya’ya fotoğraf fuarına gittiğinde getirdiği kahverengi saçlı, pilli, o zamanlar nerdeyse boyum kadar olan bebek geliyor aklıma. Nedense bebeği değil babamı özlediğimi fark ediyorum. Müze çıkışında sesini duymak için arıyorum. Müzenin bir de bakım bölümü ile eski ve vintage oyuncakların satıldığı küçük bir dükkanı var.  Eğer bebeğinizin doktor bakımına ihtiyacı varsa, burada tüm hastalıklara çare buluyorlar!

Montmartre

Öğleden sonra Montmartre’ye gidiyoruz. 19. yüzyılda revü ve kabare gösterilerini görmek ve genel evlere gitmek için bölgeye gelen ressam ve sanatçıların buluşma noktası olan Montmartre bence şehrin en güzel ve en renkli yerlerinden birisi. Tepeye tırmandığınızda sizi Sacré- Coeur Kilisesi karşılıyor. Etrafta masalarını caddeye paralel olarak dizmiş cafeler, sokak ressamlarının eserlerini satın alabileceğiniz stantlar var. Montmartre Müzesi’nde bu civarda oturan ve resim yapan ressamların çalışmaları sergileniyor. Buraya kadar gelmişken Paris’in en yüksek noktası (130 metre) olan Place du Tertre’ye çıkıyoruz. Paris’in en iyi bilinen gece kulüplerinden Au Lapin Agile (Çevik Tavşan) da bu bölgede bulunuyor. Binayı duvardaki tavadan atlayan tavşan resminden tanıyabilirsiniz. Sacré-Coeur ise gün batımında yanan ışıklar ile aydınlatıldığında bir başka güzel görünüyor insana. Kilisenin bronz kapılarına hayran oluyorum. Dönüş yolunda 2001 yılında çekilen Nicole Kidman’ın başrolde olduğu Moulin Rouge filminin esas yerine gidiyoruz. 1900’lerde dans salonu olan gece kulübünden bugüne sadece değirmenin kanatlarının orijinal olarak kaldığını öğrenince hayal kırıklığına uğruyorum. Her şeyi korumaya meraklı Fransızlar bunu nasıl olur da atlamışlar acaba? Sanıyorum ki kankan dansı orada ortaya çıkmamış olsa bile daima Moulin Rouge ile birlikte anılacak.

Musée d’Orsay

Son gün sabah erkenden en sevdiğim ressam Monet’in “Madame Monet ve Oğlu” serisinden bir tablosunu görmek üzere Musée d’Orsay’a gidiyoruz. Hava gene yağmurlu. Ana alandaki saati inceledikten sonra hızla 5. kata doğru çıkıyorum. Monet ile kucaklaşmamız dakikalar sürüyor. Şemsiyeli kadın bana ben ona bakıyorum. Sakallı; “Haussmann’daki galerileri görmek istiyorsan, madam ile vedalaşmalısın” demese bir süre daha bu bakışma durumumuz devam edecek.

Hausmann Pasajları

Haussmann’da yürürken Passage Jouffroy’u keşfediyoruz. Bebek evleri ve minyatürlerine bayıldığım La Boite a Joujoux (www.joujoux.com) ile Pain D’épices (www.paindepices.fr) bu pasajda yer alıyor. Ancak, bu pasajın hastası olmamı sağlayan dükkanlar bunlar değil. Tam pasajdan çıkmaya niyetlenirken Le Petit Roi’ı keşfediyoruz (39 Numara). Burası eski kitap ve çizgi roman satan bir dükkan. Sakallı vitrinde TenTen’leri görünce içeri giriyor, ben de peşinden. Arka tarafta Martine’leri bulunca dünyalar benim oluyor. Gilbert Delahaye’nin yazdığı, Marcel Marlier’in resimlediği Martine, Türkçe adıyla Ayşegül serisi benim çocukluğum diyebilirim. Annem saatlerce bana okurdu bu kitapları. Ayşegül, kardeşi Arda, köpeği Fındık ve kedisi Bıyıklı’nın maceralarını anlatan bu çocuk kitapları Şimdilerde Yapı Kredi Yayınları tarafından her ay 2 tane olmak üzere tekrar basılıyor. Favorim Ayşegül’ün Doğumgünü ve Ayşegül Mutfakta. Annem ile kitaptaki krep tarifini yaptığımızı hatırlıyorum. Ben bu serinin hem Fransızca’sını, hem Flamanca’sını (Tiny) hem de Türkçe’sini biriktiriyorum. Bu sebepten mağazada ne kadar Martine var ise hepsini aldım diyebilirim. Bavula sığmayan kitapları elde taşımak biraz eziyet olsa da yaptığım alışverişten dolayı pek mutluyum.  Paris seyahatim sırasında beğendiğim diğer iki oyuncak ve minyatür mağazası ile Lulu Berlu (www.lulu-berlu.com) ile Dentelles et Ribambelles (www.dentelles-et-ribambelles.com).

Bu kadar gezdim de güzel kırtasiye keşfetmedim mi peki? Galeries Laffitte (27 Rue Laffitte) rengarenk deri kaplı defterleri ile aklımı aldı diyebilirim. Hangisini alacağımı şaşırdım ve tercihimi turuncu ve kırmızıdan yana kullandım. Kalemlerim için bir de deriden kılıflar aldım, çok havalı.

Başka başka:

Nereleri gezsem, görsem?

  • İnşaatı 27 yıl süren Dome Klisesi’ni ve Napoléon’un mezarını ziyaret edebilirsiniz.
  • Galata’yı andıran butiklere, dükkanlara ve galerilere sahip Paris’in en güzel bölgelerinden biri olan Marais’te dolaşın. Buradaki Picasso Müzesi görülmeye değer.
  • Paris’in en güzel sanat evlerinden biri olan La Pagode’yi gezebilirsiniz.

Nerede kalsam?

Tüm odalarının tipik bir Paris dairesini andırdığı, Eyfel kulesi manzaralı Shangri La Hotel’de, Paris’in en yeni otellerinden biri olan ve Emilie Zola, Hans Christian Andersen gibi 25 farklı edebiyatçıdan ilham alan Pavillon des Lettres’te,  The Sunday Travel’in “iyi hizmet&makul fiyatlı oteller” listesinde yer verdiği Design de la Sorbonne’da (odalarında iMac bilgisayar var ancak ucuz odaları biraz küçük, hatta küçücük!!!) ya da Rue La Fayette üzerindeki Hotel Jules’ta kalabilirsiniz.

Nerede yesem?

L’Arpege, L’Atelier de Joel Robuchon’da gastro-mutfak anlayışını sevenler için güzel tadlar servis ediliyor. Chez Jeanette 40’lı yılları andıran bir dekorasyona sahip Fransız mutfağı sunan bir restoran. Pain de Sucre’nin misket limonu kremalı frambuazlı tartöletlerinin mutlaka tadına bakın. Marché des Enfants Rouges’da ya da Astier’de güzel bir öğle yemeği, Miroir veya Le Bistral’de ise lezzetli bir akşam yemeği yiyebilirsiniz.

Alışveriş

E Dehillerin, ünlü şeflerin mutfak eşyalarını aldıkları, eski tarz bakır tava ve tencereler bulabileceğiniz bir mabet. Papiers Peints (mobilya) ve Spree (butik) diğer beğendiğim dükkanlar. Her ne kadar artık İstanbul’da da şubesi olsa da Paris’e kadar gitmişken Laduree’den macaron almadan dönmek olmaz. Paris’in belli başlı iki büyük alışveriş merkezi olan Galeries La Fayette ve Au Printemps’ta aklınıza gelecek her şeyi bulabilirsiniz. Avenue des Champs-Elysées ve Avenue Montaigne lüks markaların bulunduğu caddeler. Sokak ressamlarının resimleri için ise adres Montmartre.