Ahmet Ümit “İnsan Yaşadığı Yere Benzer”

ahmet ümit

Mekan: The Ritz-Carlton

Röportaj: Zeynep Rana Aybar

Bu topraklardan beslenen en sevdiğim yazarlardan biridir Ahmet Ümit. Ne bileyim işte, kalemi dışında, yüzü de sıcaktır. Yolda karşılaşsanız selam eder, güler yüzünü esirgemez, naziktir. Beni ise; en çok yaptığı ya da anlattığı her ne ise buna büyük bir coşkunun eşlik etmesi etkiliyor. Romanlarından bahserderken de, ülke durumunu tartışırken de, Antep Mutfağı ile ilgili konuşurken de… Hep coşkulu… Yaşam enerjisi güzel, umudu hep yüksek. Henüz bir Ahmet Ümit romanı ile buluşmadıysanız, söyleyebileceğim şu ki; size romanındaki o anı öyle tasvir eder ki, bir anda kendinizi ‘bir arkeoloji kazısında, alnınızdan ter akıyormuş gibi hissedebilir ya da seri bir katil ile empati yaparken bulabilirsiniz’.

Kriminal, polisiye denilince benim için akan sular durur. Hal öyle olunca Ahmet Ümit de yazarlar arasında başka bir yerde duruyor. Yazarlığı, romanları bir yana, öyle biriktirmiş ki yıllarca, böyle adamların peşini bırakmam ben. Çünkü ağzından çıkacak bir cümleyle anjiyo etkisi yapar ve ufkunuzun damarlarını tazeler. Kısacası; Ahmet Ümit’e bir kere bulaşırsanız, ömrünüzce aklınızın bir köşesinde size eşlik eden kalemlerden biri olacaktır.

Buluşmamızda sohbetimiz yanı sıra, bir de Ritz Carlton’ın muhteşem manzaralı açık mutfağında birlikte yaptığımız, Antep mutfağının kült lezzeti “ala nazik” damağımızda da hoş bir lezzet bıraktı. Bu lezzetli sohbetin detayları 100. sayımızda sizlerle…

Antep’te dünyaya gelmiş olan çocuk Ahmet’in hayalleri neler barındırıyordu?

Çocukluk başlı başına hayaldir bana sorarsanız. Çocukluğumun Antep’i de hayal ülkesiydi adeta. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz büyük edebiyatçı Ülkü Tamer ağabeyin Alleben Öyküleri’nde anlattığı gibi, mucizelerle dolu. Öte yandan olağan olanın da kendi yolunda akıp gittiği bir şehir. Hayal ettiklerimizin tamamı değil belki, hayal etme kabiliyetimiz bizi biz yapıyor.

Yaşamınızın dönüm noktalarında bildiğimiz baskın 3 şehir var. Antep, Moskova, İstanbul. Bu 3 şehir sizi nasıl etkiledi? Bir yazar için kokladığı toprak ne kadar önemlidir?

Bu üç şehir benim için çok önemli. Birinde çocukluğum var, öteki ikisinde okul anılarım, dünyayı değiştirme hayallerim, büyümem, kendimi ve dünyayı tanımam var. Ama baskın şehirler bunlarla sınırlı değil. Romanlarıma ev sahipliği de yapan Konya, Urfa, Mardin, Bursa, Manastır, Selanik, Berlin gibi şehirler de baskın şehirlerdir benim için. Yazarlar için ayağının bastığı toprak, daha ötesi, ayağının toprağa basması çok önemli. Bütün insanlar için böyle olduğunu, böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Edip Cansever ustanın dediği gibi, “İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer”.

Bir şehirden belki ülkeden uzaklaşma, kaçma isteği ya da mecburiyeti nasıl bir duygudur? Bir insanın hayatını ve bir yazarın kalemini ne kadar sivrileştirir?

Ben ülkemden bir defa, Nâzım’ın da okuduğu Moskova Sosyal Bilimler Akademisi’nde okumak için uzunca ayrıldım. Biliyoruz ki Türkiye tarihi, bir yandan yazarlar için sürgünler tarihidir aynı zamanda. Sabahattin Ali’nin hayatını nasıl kaybettiği, ülkesinden kaçmak zorunda kaldığı hafızamızda. Andığım üzere Nâzım Hikmet’in neler yaşadığını da kitaplardan ve tanıklıklardan iyi biliyoruz. Ama bugün için, benim hayatım için konuşursak, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmediğimi söylemeliyim. İnsan, bize öğretildiği gibi, kendiliğinden “iyi” bir varlık değil belki ama insanı en güçlü tutan duygulardan biri umuttur.

Politik duruşu olan birisiniz. Politik yanını ortaya koyabilen bir yazarın edebiyatı yanlı olur mu? Yani size yakın gelmeyen karşı tarafa geçerek, empati yaparak, o bakış açısıyla, inanmadığınız bir görüş doğrultusunda bir roman yazabilir misiniz? Kısacası bir edebiyatçı ne kadar esnek olabilir? Ya da olmalı mı?

Edebiyat hayatımın kayda değer bir bölümü katilleri yazarak geçti. Son kitabım Kırlangıç Çığlığı’nda çocuk tacizciliği şüphesini de içinde barındıran seri katil yazdım. Defalarca, politik olarak da yaşayış olarak da yanımdan bile geçmeyecek insanları yazdım. Bunun adı yazarın esnekliğinden çok, hayal gücünün kuvveti olsa gerek.

Yazarlığa başlamanızın fitilini ateşleyen öykü ve bu öykünün 40 dile çevrilerek başka bir dünyanın kapılarının size açılmış olması durumu söz konusu olmasaydı, o kalem yine de sizin hayatınızı çizecek kadar güçlü olur muydu? Dünyada kitapları okunan bir yazar olabilmek bir alın yazısı mı, öngörü ve çalışma ile kazanılmış bir hak mı?

Ben o öyküyü yazarlık yaptığımı bilerek yazmamıştım. O yazdığımın bir öykü olduğunu bile tam olarak bilmiyordum. Onu yazmasaydım ve ilk yazdığım şey 40 dile çevrilmeseydi ne olurdu, bunu bilmek mümkün değil. Zaman ileriye doğru akan ve kendini orada tayin eden bir şey. Bütün bunlar olmasaydı da, ben annemden devraldığımı düşündüğüm anlatıcılığı sürdürürdüm sanıyorum. Bu anlatıcılığın kitaba evrilen kısmında söyleyebileceğim en temel şey, elbette çalışmak olacak. Çalışmadan, emek harcamadan, ter dökmeden, mesai harcamadan, her şeyden önce iyi bir okur olmadan, dil denen malzemeyi iyi etüt etmeden edebiyat yapmak pek kalıcı sonuçlar doğurmuyor. Edebiyat tarihi bunu söylüyor bize.

İnsan her duyguyu içinde barındıran bir varlık. Hepimizin içinde biraz hırsız, biraz polis, biraz fahişe, biraz sofu, biraz katil var. Romanlarınızdan yola çıktığımızda, içeriğini katil ve polis denkleminde indirgersek; duygularınızı serbest bıraktığınızda, bu topraklarda, sizden iyi bir polis mi olurdu, iyi bir katil mi?

Başkomser Nevzat’ın alter egom olduğu yönünde sorular soruldu, bilimsel çalışmalar yapıldı. Söyleşilerde okurların Nevzat’ı çok sevdiğini, aileden biri saydıklarını görüyorum. Edebî bir karakterin hayata bunca sızması, yazar olarak çok hoşuma gidiyor. Kırlangıç Çığlığı örneğini vermiştim, başka bir yönden tekrar söyleyebilirim. Sizin de dediğiniz gibi insan, içinde her türlü duyguyu barındıran bir varlık. Ne çok yüce, ne çok berbat. Yücelikleri de var, berbat tarafları da. Merhametli biri ile doğayı tahrip eden biri, aynı kişi olabilir. Bu topraklarda daha çok katil olmasın istiyoruz. Daha çok katil olmasın ki, polisleri sosyal sorumluluk işlerinde görelim mesela.

Farklı bir noktadan yazınsal hayatın içinden biri olarak, kimse ile paylaşmayı düşünmediğim, birkaç hikaye yazma cüretinde bulunmuşluğum var. Yazmaya çalışırken farkettim ki, toplumsal yargılar yazmaya çalıştığım karakterlerin sivri yanlarını törpülememe neden oluyor ve gerçek hissiyatı yakalama konusunda zorlanıyorum. Farkındalığı ve gözlem yeteneği yüksek biri olarak, romanlarınızdaki karakterlerin oluşmasında toplumca kabul edilebilir normlar sizin bu karakterleri oluşturmanızda etkili oluyor mu?

Karakter, önce yazarı ikna etmelidir. Ben o karakterin üç boyutlu olduğuna, yani dünyada bir yerde benim tarif ettiğim gibi yaşadığına inanmamışsam, okuru da inandıramam. Edebiyatın her aşamada, bütün satırlarda okuru inandırmak gibi bir derdi yoktur ama karakter yaratıyorsak ve bunu insanların hayal etmesini bekliyorsak, her şeyden önce yazarı ikna olmalıdır. Yazar, daha doğrusu sanatçı, izleyen gözleyen her an hayal eden biridir ve sizin karakterleriniz de önce sizi ikna etmeli. Törpülemeden yazın siz.

Aktivist olmanın yaşamınızın bir dönemini kapladığını biliyoruz. Sadece yazarak karşı durmak, eleştirmek, aktivist yanınızı tatmin edebiliyor mu? Yoksa önünüzdeki daktiloyu itip, zaman zaman haykırmak istediğiniz, kalabalıklara seslenmek istediğiniz anlar oluyor mu?

Moskova’dan önce kalabalıklara epeyce seslendim. Yazarak seslendiğim kalabalığın hatırı sayılır bir kalabalık olduğunu düşünüyorum. Hayatın içindeyim ben, hiçbir zaman hayatın kalbinden kopmadım. İtirazım, cümlelerim, eleştirilerim bizzat hayatın içindendir. Yazdıklarım da öyle.

Günümüz aydınlarının halktan kopuk hallerini, Beyoğlu’nda rastlaştığımızda, selamlaşıp sohbet edebildiğimiz bir edebiyatçı ve aydın olarak nasıl yorumluyorsunuz? Para kazanmaya başlayan entellektüeller, neden sarayına çekiliyor? Ya da yurtdışında yaşamaya gidiyor?

Ne kimsenin adına söz almak isterim, ne de herkesi aynı kefeye koymak isterim. Dediğim gibi, ben hayatın tam içinde olmaya çalışıyorum. Ofisim Beyoğlu’nda. Civarda esnafla tanışırız. Sağ olsunlar severler beni, selamlarını eksik etmezler. Okuruyla çok sık buluşan bir yazarım ben. Şehirlerde, konferans salonlarında, fuarlarda, kitapçılarda da buluşuyoruz. Birçok yazar arkadaşım da, elinden geldiğince benim gibi yapmaya çalışıyor görebildiğim kadarıyla. Herkese de hayatı, hayatın içini tavsiye ediyorum buradan bir daha.

Yaşadığınız en büyük halay kırıklığı nedir?

O kadar çok ki. Anlatırsam bu söyleşinin sınırlarını aşarız. Pür mutluluk diye bir şey yok ama çok şanslı bir zamanda olmadığımız apaçık. Bu zamanda, bu coğrafyada hayal kırıklıklarının çok olması da şaşırtıcı değil. En başa dönüyorum bu yüzden daima. Hem de bu konuşmamızın başında söylediğime. Umut daima var.

Benim için sizin kitaplarınız arasında en güzel yerde duran, “Kavim”. Sizin için hepsi benim evladım gibi noktasından sonraki noktada, en özel olan eseriniz hangisi?

Hepsi evladım gibi demek gelenek olmuş, belki ben bile demişimdir bir yerlerde (gülüyor). Kavim’i ben de severim. Biliyorsunuz, bizim kitaplar iki türlüdür; biri tezli roman dediğimiz, tarihten el alan, tarihteki bir konuyla ilişkili ve bizim oldukça uzun bir hazırlık sürecinden geçip yazdığımız romanlardır. Biri de, polisiye türünün imkânlarını kullanan, mümkünse o imkânları zorlayan ve “Başkomser Nevzat romanları” olarak da kodlanan kitaplar. Başkomser Nevzat romanlarında rahat ediyorum. Çünkü karakteri, psikolojik tahlillerini, yaşadığı yeri, yan karakterlerin kimler olduklarını ayrıca açıklamaya ihtiyaç kalmadı artık. Politik bir cevap gibi görünebilir ama en özel romanım, o esnada yazıyor olduğum roman. Kırlangıç Çığlığı’ndan hemen sonra yazmaya başladığım ve bugünlerde tamamen onunla dolu olduğum romanım çok özel benim için şu an.

Başkomser Nevzat’ın yeni maceraları bizi bekliyor mu?

Nevzat’la ahbaplığımız çok iyi! Daha çok maceralar yaşayacağız hep beraber.

Neredeyse bütün romanlarınızı okudum ve hafızamı yokladığımda, katil hep erkek çıkıyor. Neden kadın bir seri katil yazmıyorsunuz? Kadın zekasını ve ruhunu şiddetle yanyana düşünemiyor musunuz? Ya da bunun özel bir nedeni var mı?

Biliyorsunuz, “Türkiye’de seri katil yok!” gibi tuhaf bir ezber vardır. Sanki seri katillik matah bir şeymiş de, biz bundan eksik kalmışız gibi. Yıllardır aynı şeyi söylüyorum: Seri katil denen şey Amerika’dan ithal bir fikirdir ve sanki yüzlerce kişiyi öldüren insan seri katil olur. Oradaki katil yapayalnız biri, oysa burada halen canlı geleneksel ilişkiler var. İnsanı kadın erkek diye ayırmıyorum romanlarımı yazarken. Çok canlı kadın karakterlerim de vardır ama dediğinizi de unutmayacağım. Teşekkür ederim.

Polisiye romanlar yazıyorsunuz ve romanlarınızın örgüsünde aşk hep naif bir noktada duruyor. Bir gün bir aşk romanı yazmayı düşünür müsünüz?

Edebiyatta ve genel olarak sanatta türlerin bile melezleştiği, iç içe geçtiği, yeni deneylerin korkusuzca yapıldığı bir döneme geldik doğal olarak. Kimi okura göre de, ben aşk romanları yazıyorum. İçinde aşk olmayan hiçbir romanım yoktur. Yayımlanan ilk kitabım Sokağın Zulası bir şiir kitabıydı. Beni oradan beri takip eden okurlar için, aşktan asla uzaklaşmadan yazan bir yazar oldum. En sert meseleleri, en sert yöntemlerle anlatırken bile aşk hikâyenin ortasında durur. Hayat da öyle değil mi? Aşktan uzak ne olabilir ki?

Bugün sizinle mutfakta yemek yaptık. Mutfakla aranız nasıldır? Bir sofranın etrafında toplanmak sizin için ne kadar önemlidir?

Yemek masaları hafızamda da çok kıymetli bir yerde durur. Yedi kardeşiz biz. Babam dindar bir adamdı. Ben henüz lisede solcuydum, abimler de keza öyle. O büyük yemek masalarının etrafında neler tartışılmazdı ki? Siyaset, din, komşuluk ilişkileri, gelecek, geçmiş, bugün… Her şey, bütün dünya o yemek masasının etrafına doluşurdu adeta. Hayatım boyunca o yemek masalarında konuştuklarımızı, hem yemeklere hem konuşmaya iştahımızı unutmadım. Mutfakla aram iyidir, çok severim hem yapmayı, hem yemeyi.

Hepimiz Antep mutfağının zengin bir mutfak olduğunu biliyoruz. Antepli bir yazar olarak; Antep Mutfağı ve Antep kültürü ile ilgili bizlere neler anlatmak istersiniz?

Antep, masal şehirdir benim için. Ve tesadüf değil, annemin dağarcığından biliyorum ki, 1930’lu yıllarda Antep’te masalcılar varmış. Annemden çok masal dinledim. Gerçek bir şenliktir; her milletten insan vardır. Kadimdir, sınırdır, komşularla iletişim halindedir. Mutfağı da rengârenktir. Sadece kebap ve et de değil üstelik. Türk, Kürt, Arap, Rum, Ermeni, Yahudi etkisi birleşmiş, müthiş bir mutfak yaratmıştır. Mutfağımız, ayrıca UNESCO tarafından da tescillidir.

İstanbul ve Beyoğlu ile ilgili bizlere neler söylemek istersiniz? Ne dersiniz; Beyoğlu eski günlerine geri döner mi?

Beyoğlu daima küllerinden doğdu. Bir süre önce, bir gazete için Beyoğlu’nu gezdik okurlarla beraber. Nasıl bir ilgi vardı biliyor musunuz? Yoldan geçerken bizi görüp duranları, oradaki ilgiyi saymıyorum bile. İnternette yüzbinlerce kez izlenmiş. İnsanlar Beyoğlu’nu seviyor, sahip çıkmaya çalışıyor. Hepimizin sorumlulukları var. Beyoğlu şimdiye dek defalarca küllerinden doğdu, bir daha doğar.