Barış Aytaç ile Keyifli Röportaj

Merak Duygusu Oyunculuk Motivasyonumu Tetikliyor

Bu ay ki konuğumuz, televizyon izleyicisinin, “Yasak Elma” dizisinde oynadığı Caner karakteriyle, hayli ilgisini çeken oyuncu Barış Aytaç. Hayallerini, zaaflarını, oyunculuk serüvenini, gündelik hayatını, İstanbul ile olan ilişkisini anlattığı söyleşimize, İstanbul fonlu fotoğraflar eşlik ediyor. Kendisini daha yakından tanımak isterseniz, buyrunuz efendim…

Barış Aytaç’ın hikayesi nerede, nasıl başladı, nasıl devam etti? Hayatın kıyak geçtiklerinden misin, zorladıklarından mı? Biraz geçtiğin yolları anlatır mısın?
Barış 8 aralık 1985’te Ankara’da ve hemen hemen her Ankara’lı gibi memur bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise eğitimini TED Ankara Koleji’nde tamamladı. Buna biraz hayatın bana kıyağı diyebiliriz. Çünkü tiyatroyla yani hikayeler anlatmakla, insanları güldürmekle bu okulların sıralarında otururken tanıştım. Ortaokulda ilk kez sahneye çıktım ve büyülendim. Profesyonel devlet tiyatrosu oyuncularıyla 14-15 yaşlarındayken çalışma fırsatı buldum.

Farkettim ki; benim için konu sahne ve hikaye anlatmak olunca her şeyden daha öncelikli ve eğlenceliydi. Haliyle, sahnede hayatımdaki her şeyden çok daha disiplinliydim. Farkında olmadan kendimi öyle kaptırmışım ki; kendimi, bütün “lüküs hayat’’ metnini ezberlemiş buldum. Ortaokul bittiğinde çoktan bu yolda ilerlemeye karar vermiştim. Önce, Ankara Üniversitesi Sinema – TV Bölümü’nü kazandım ama okulla bir ilgim yoktu. Lisede beraber tiyatroyla ilgilendiğim, sahneye çıktığım arkadaşlarımla amatör bir topluluk kurarak hikaye anlatmakla ilgilendim. 2003 yılında figüran olarak devlet tiyatrosunda çalışmaya başladım.

Haftada 5-6 gece, yahut her gün oyun oynamanın ne denli zor bir süreç olduğunu, ne kadar çaba ve emek gerektirdiğini henüz tam kavrayamasam da “benim mesleğim bu’’ dedim kendime, bu yolda ilerleyeceğim. Ankara’da üniversite okurken bir yandan da konservatuar sınavlarına giriyordum. Bilkent Üniversitesi, Oyunculuk Bölümü’nü, 3 sene boyunca her yıl, her girişimde kazandım ancak özel bir okulda paralı okumak istemediğim için ve talep ettiğim bursu da vermedikleri için; mesleğin merkezi olarak gördüğüm İstanbul’a geldim.

Mimar Sinan Konservatuar’ının tarihçesine ve öğretmen kadrosuna baktığımda “evet, burada okumalıyım’’ dedim ve sınavlarına girerek, kazandım. 2006 yılında da konservatuar eğitimim başladı. Özetle, hayat beni mesleğim ve eğitimim konusunda zorladı dersem nankörlük etmiş olurum.

Nedense sana bakınca ailenin komik çocuğu senmişsin ve oyuncu olmana da kimse şaşırmamış gibi geliyor. Ailenden, aile arasındaki Barış’tan biraz bahseder misin?
Anneme sorsam aslında başka bir meslek seçmemi tercih ederdi belki; ama içten içe onun da benim hikaye oluşturma ve anlatım gücümün farkında olduğunu biliyorum. Zaten beni sahnede izlediği ilk anda bu mesleği yapacağıma o da emin oldu. Aile içinde anneme ve kız kardeşime bağlı biriyim. Ankara’dan ayrılmak İstanbul’da hayata tutunmaya çalışmak bizi mesafe olarak ayırsa da bu güçlü bağımızı daha da güçlendirdi diye düşünüyorum.

Popülasyonu fazla bir meslek icra ediyorsun. Malum herkesin bir oyuncu olası var… Bir oyuncu olarak, kendini ispat etmek, pes etmeden yola devam edebilmek, kalabalığın arasından sıyrılmak için kendini nasıl motive ettin?
Ben oyunculuk mesleğini sahnede ve sahne dışında diye ikiye ayırıyorum. Kanınızla, canınızla, 2-3 saat durmadan, konuştuğunuz, öfkelendiğiniz, ağladığınız, güldüğünüz bir performans, sadece oyuncu olmak istemekle olabilecek veya katlanılacak bir şey değil. Herkes oyunculuk yapabilir, hikayeler anlatabilir ancak sahnede bu performansın sürdürülebilirliği gerçekten çok meşakkatli bir süreç. Konservatuar eğitimimin evvela; bu mesleğin ne kadar zor olduğunu, disiplin gerektirdiğini anlattı.

Aldığım eğitim ve zorlukları, zaten her gün kendimi sınamamı ve bir enstrüman gibi akort etmemi sağlıyor. Oyunculuk, biraz da; “neyim ben’’, “kimim ben’’ gibi soruları kendine soru sormaktır. Şu halde bir konservatuar öğrencisi ile oyunculuğa heves etmiş biri arasında elbette fark olacaktır. Dediğim gibi herkes hikaye anlatabilir ama aynı hikayeyi, aynı heyecanla, aynı enerjiyle, tekrar tekrar kısmadan, azaltmadan veya çoğaltmadan anlatmak kolay bir şey değildir.

Kendimi nasıl motive ettim kısmına gelince; aslında merak ettim diyebilirim. Başkasının bir olay karşısında ne hissetiğini merak etmek, benim için başlıca bir motivasyon. Beni motive eden; insanın hislerine ve karşılaştığı zorluklara verdiği farklı tepkilere duyduğum meraktır.

Bugün olduğun yerden memnun musun? İçten içe seni rahatsız eden, tırmalayan, sorguladığın, değiştirmek istediğin ne var?
Genel olarak olduğum yerden memnunum. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, herhangi bir şeyden şikayet etmek, memnuniyetsiz hissetmek pek kolay değil. Özellikle birçok tiyatro maddi sıkıntılar ve desteksizlikten çok zor ayakta duruyor. Ne mutlu ki; mesleğimi yapabiliyorum ve kendime yeni oyun arkadaşları bulabiliyorum. Daha ne isterim?

Hayallarin, hedeflerinden biraz bahseder misin?
Dil öğrenmeyi çok seviyorum. Dil, çok büyülü bir şey. Yabancı dil konuşabilmek, kendinizi başka bir dilde ifade edebilmek, çok sevdiğiniz bir şarkıyı farklı farklı enstrümanlarla çalabilmeye benziyor bence. Benim de hayalim dil öğrenmek. Ankara’da okurken, İngilizce’den sonra İspanyolca öğrenmeye başlamıştım.

Türkçe’de çok basit veya çok zor ifade edebildiğiniz bir duygunun, başka dillerdeki karşılığını aramak, benzerlikler bulmak hikaye anlatılıcığını geliştiriyor ve hayal gücünü genişletiyor. Hayalim, yeni diller öğrenmek ve İspanyolca’ya hatta belki Rusça’ya, bu dillerde oyunculuk yapabilecek kadar hakim olmak. Başka başka dillerin duyguları ifade edebilme çeşitliliğinden çok keyif alıyorum.

Geleceğe bakarken seni umutlandıran ve kaygılandıran şeyler neler?
Geleceğe bakarken içinde bulunduğumuz durum her anlamda ziyadesiyle endişelendiriyor. Beni umutlandıran şey ise hala her şeye rağmen sabahları güneşin doğması.

Neye zaafın var?
Sanırım sevdiklerime. Biraz bağımlı bir yapım olabilir. O yüzden sevdiklerime de çok sıkı bağlanırım. Kardeşim, annem; benim en zayıf noktam. Evet, onlara karşı zaafım var.

Sinema / tiyatro ile ilgili planların var mı?
Henüz kendi oyunumu sahnelemediğim yahut kendi senaryomu yazmadığım sürece geleceğe dair tiyatro konusunda plan yapmıyorum. Benim işim hikaye anlatmak. Umuyorum ki; belki bir gün, ben de kendi hikayemi kurgular ve sahnede anlatırım. Sinema konusuna gelince, şu anda Aslı Kızmaz’ın “Benden Ne Olur” isimli kitabında uyarlanan sinema filminde, ufak bir rolle beyaz perdede olacağım.

Dijital platformlarla ilgili fikrini merak ediyorum.
Dijital platformlar ilk başta televizyonda dar alana sıkışmış, sansürlerle boğulmuş anlatılara çeşitlilik katacağını düşünmüş ve olumlu bir gelişme olarak görmüştüm. Ancak bugün geldiği nokta, pek öyle olmadı sanki. Sadece daha fazla izletmek/satmak için yapılan her şeyin, içeriği boşalttığını düşünüyorum. Fazla üretim her zaman olumlu bir şey değil sanırım. Örnek vermem gerekirse Netflix’te yayınlanan yeni içerikler tv den çok farklı değil.

Set dışında, gündelik hayatında neler yapıyorsun?
Set dışında evde olmayı tercih ederim. Evcimen biriyim. Dışarıda olmayı pek sevmem. Bir de işimiz gereği hem çok kalabalık bir ortamda çalışıyoruz hem de bütün gün konuşuyoruz. Bu sebeple zihnimi dinlendirmeye ihtiyaç duyuyorum. Evde sıkılırsam da; geçen sene bisiklet edindim, bisiklete biniyorum. Bu harika şehri, Boğaz’ı bisikletle gezmek, hele ki hafif yağmurlu ve serin bir havada, denize yakın rüzgarı hissetmek beni çok rahatlatıyor.

Bir şehir dergisi olarak; Barış Aytaç’ın İstanbul’unu merak ediyoruz. Senin İstanbul’un nasıl bir yer?
İstanbul muazzam bir şehir. Çok eski ve köklü bir tarihe sahip ancak bugün bu tarihin yüzde birini bile koruduğumuz söylenemez. Mesela 15 yıldır İstanbul’da yaşıyorum, 15 yıl önce geldiğimde; oyun izlemekten, opera izlemekten keyif aldığım Atatürk Kültür Merkezi bugün yok. Bırakın 1000 yıllık tarihi korumayı, sadece 15 yılda benim hatırladığım, hatırlamak istediğim hiçbir şey artık yerinde değil. Dilerdim ki hem insanlarıyla yani etnik çeşitliliğiyle hem de mimari dokusuyla, tarihte nasılsa öyle olsun İstanbul. Benim İstanbul’um İhsan Oktay Anar romanlarında nostaljik bir anı, bir nevi atlantis artık sadece.