Ünlüler Mutfakta: “Lale Mansur & Cem Mansur”

Şubat ayından itibaren soğuk kış günlerinde içinizi ısıtacak sıcak yemeklerle başladığım “Ünlüler Mutfakta” köşemizde; ilk olmalarını çok istediğim ve gerçekleştirdiğim Lale-Cem Mansur çiftiyle İstanbul&Istanbul dergisine yakışan Boğaz manzarası eşliğinde çok keyifli üç saat geçirdik.

Konumuz her ne kadar yemek de olsa; Lale-Cem Mansur çifti ile sevgililer gününe yaklaştığımız şu günlerde aşktan, evlilikten ve karşılıksız verilen her şeyden bahsettik. Arnavutköy’deki sıcacık evlerinde kedileri Osman ve Kaymak ile ne kadar mutlu olduklarına şahit olduk.

Eve girmemizin üzerinden birkaç dakika geçmişti ki, Cem Mansur bizi hemen mutfağa davet etti. Dünya’nın ve Türkiye’nin önde gelen orkestra şeflerinden olan Cem Mansur şefliğini mutfakta da ispat etti. Yemek yapan eşine Lale Mansur çay demleyerek eşlik ederken; Cem Bey’in mücver için hazırladığı pırasaları doğrarken bize kulak misafiri olduğunu fark ediyorum. Evde mutfağın efendisi Cem Bey belli. Zaten Lale Hanım dostlarını evde ağırlayacakları zaman yemeği kendisi bile yapsa, iltifatları Cem Bey’in topladığından dert yanıyor. O da pes etmiş. Mutfağın anahtarını Cem Bey’e teslim etmiş…

Lale Mansur’la sanat hayatına nasıl başladığını konuşmaya başlıyoruz… Evin en küçük çocuğu olan Lale Mansur piyano çalan, dans eden ve bu arada babasının askeri görevinden dolayı sürekli gezen bir hayat içinde konservatuara girince olayın ne kadar ciddi olduğunun farkına varıyor. Daha sonra balerin olan Lale Mansur, 1990 yılında oyuncu olmaya karar veriyor. 1992 yılında onu bizlerle tanıştıran “Düş Gezginleri” sinema filmi ile karşımıza çıkıyor. Bu arada mutfaktan gelen mücver kokuları evi tamamen sarmıştı ki Lale Mansur kızartma konusunda eşine yardıma koyuluyor.

Cem Mansur elleriyle hazırladığı mücverle masaya geliyor. Lale Hanım’ın aklının mutfakta kaynayan çorbada olduğunu biliyorum ama sorularımı sormaya devam ediyorum. Kaç yılında evlendiklerini soruyorum. Lale Mansur sıcacık sesiyle “Cem kaç yılında evlendik?” diye tekrarlıyor sorumu. Cem Bey 1984 yılında diye cevap veriyor ama Lale Mansur 1983 yılında operada tanıştıklarını hatta Cem Bey İngilizce konuştuğu için yabancı zannettiğini ekliyor. Lale Hanım İngiliz zannettim derken Cem Mansur “çekik gözlü olsaydım Çinli mi zannedecektin” dediğinde hepimiz gülüyoruz. Cem Bey devam ediyor. “1989’da İngiltere Oxford orkestrasının başına geçtim. Bir ayağımız Türkiye’deydi. Bir yandan Lale ‘’Olağan Mucizeler’ diye bir tiyatro da oynamaya başladı.” Diyerek anlatıyor geçmiş günleri. Arada keyifle, incitmeden birbirlerine sataşan Cem-Lale Mansur çiftine dayanamayıp soruyorum “hep böylemisiniz?” diye. “Evet, 28 senedir hep böyleyiz. Güleriz, şakalaşırız, sohbet ederiz, gezeriz vb. yani beraber olmaktan büyük keyif alıyoruz.” Diyorlar.

[metaslider id=2658]

Nereye aitsiniz, kökleriniz nerede diye soruyorum sevgili Lale Mansur’a. “İstanbul’da Erenköy’de doğdum. Babam General olduğu için 7 yaşıma kadar hep gezmişiz ama hatırlamıyorum. 3 abim var, en büyüğü ile aramda 20 yaş var ben 19 yaşındayken babamı kaybettim, İstanbulda oturduğum semtler, Esentepe, Baltalimanı ve Gümüşsuyu son olarak da Arnavutköy.” Diye özetliyor yaşamının geçtiği yerleri.

Lale Mansur tüm misafirperverliği ile Amerikan servislerini koyuyor masaya, dolaptan tabakları çıkartıyor, Cem Bey mutfakta çorbanın üzerine koyacağı pastırmaları kesiyor, evin tombik kedisi Osman da evin içinde bir oraya bir buraya koşturup, sonunda evin en güzel manzaralı yerine çöküp keyif çatıyor.

Çorbanın servisini sevgili Cem Bey yaparken; şefler şefi olduğunu çorbanın yaratıcılığından ve kokusundan,  daha içmeden anlıyoruz. İkinci tabak çorbamı içerken; duvardaki özel resimler dikkatimi çekiyor. Abidin Dino’nun üç özel eseri olduğunu fark edince aklıma uzun yıllar önce Fransa’ya yerleşen mücadeleci Abidin-Gülen aşkı geliyor…

Konu tekrar şehrimiz İstanbul’a gelince, Cem Mansur’un 2 yaşından beri yaz aylarını geçirdiği Burgazada’da bulunan evinden bahsediyoruz. Cem Bey bazen kış aylarında da müzik çalışmak için kaçıyormuş Burgaz’daki evine…

Cem Beyle hayatının kırılma noktalarınızdan bahsetmemeye başlıyoruz. Kırılma noktasının 19 yaşındayken geç bir saatte, müzikle yaşamak zorunda olduğunu fark etmesiyle olmuş. Başka bir meslek yaparsa mutsuz olacağını anlamış. Tabi o zamanlar aklında orkestra şefi olmak falan yokmuş. Sadece müzik hayatında çok önemli olmaya başlamış. Ondan sonra eğitim kısmı başlamış. Öğrenme kısmının hiç bitmediğini, müzik yaşayan bir şey olduğu için hergün öğrenci gibi oturup çalıştığını belirtiyor. Türkiye’de gençlerle yaptığı çalışmaların ve Anadolu turnelerinin önemini, müziğin nasıl bir mucize olduğunu asıl Türkiye’de anlayabildiğini, çok sesli evrensel müziğin ( sevmediği tabiriyle klasik müziğin) sınırları, inançları, her şeyi aşan uygarlaştırıcı, barıştırıcı yanı olduğunu bunu da Türkiye’de daha çok gördüğünü söylüyor.

Orkestra şefi herkesi gören, duyan, yöneten kişidir. “Aslında hepimiz de kendi hayatımızın şefiyiz ve uyumsuz, duymaktan hoşlanmadığımız ya da tam aksine sevdiğimiz sesler vardır, sizin için bunlar neler?” diye soruyorum.

“Bizim Gençlik Senfoni Orkestrasıyla yazları yaptığımız “Demokrasi Laboratuarı” diye bir etkinlik var. Orkestranın toplumun kendisi olduğu, müziğin aslında yaşamın ta kendisi olduğu anlatılıyor. Orkestranın çalışması metaforuyla insanın birlikte yaşaması arasındaki bağlantıya örnekler vererek anlatıyoruz. Bizim Türkiye’deki en büyük sorunumuz olan kendi doğrunu başkasının kafasına fırlatmak yerine müzikten öğrenebileceğimiz şeylerin başında başkasının sesi önünde kendininkini kısmak, hiçbir şeyi ötekileştirmemek, öteki olana kulak verip daha derin bir zenginlik yaratabilmek… Bütün bunların anahtarı aslında müzik. Bir de zamanını anlamlı yaşamayı öğrenmek için müzik çok önemli. Ben herhalde müziğin ne kadar güçlü olduğunun farkına son yıllarda daha fazla vardım. Müziğin toplumdaki en büyük ortak payda olduğunu biliyoruz. Ama eğitim sistemimizde maalesef müzik dersleri lay lay lom geçiyor. Bu çok kötü. Benim hayatımdaki çatlak ses, bir şeyi yapabileceğime çok inandığımda engel olarak ortaya çıkandır. Veya müziğin kendi gücüne inanmayan meslektaşlarımızın burnu büyük bakışları. Güzel olan ses ise Lale Hanım olsa gerek” diye cevaplıyor sorumu.

İstanbul çok sesli bir yer. Farklı bir mozaiğe sahip. Müzik de her şeyle ilintili. İstanbul bir enstrüman olsaydı ne olurdu sorusuna cevabı; içinde her şeyin olduğu kocaman bir orkestra olurdu oluyor. Cem Bey’e göre bu orkestradaki en baskın ses zaman zaman tahammülsüzlüğün sesiymiş. İstanbul’u doğunun batıyla kucaklaştığı yer diye tanımlıyoruz ama bazen kafa kafaya çakıştığı yer de olabiliyor diyor.

Neredeyse nefes alışlarını bildiğimiz ünlülerden farklı yaşayan Cem – Lale Mansur çifti en çok evde birlikte yemek yapıp, film izleyip, sık sık bir bahane yaratarak soluğu Sultanahmet Köftecisinde alıp, Mısır Çarşısı’nı gezip, Tarihi Karaköy Balıkçısı’a ya da Nevizade’ye gitmeyi seviyorlarmış. Biz birlikte çok eğleniyoruz diye devam ediyor Lale Mansur. “27 yaşımdaydım. Aylardan Ocak’tı Cem’le tanıştığımda. Ben o zamanlar kendimi olgun bir kadın olarak görüyordum. Çocukmuşum meğer. İkimize ait bir tarih olması güzel. Birlikte eğlenmek çok önemli. Bir de başka bir şey daha var. Cem bu kadar sene ona yakıştırmayacağım hiçbir şey yapmadı. Tabi zor zamanlar geçirdik. Ama asla kopmadık. Saygımızı hiçbir zaman kaybetmedik. Sevgi olmazsa zaten ne işe yarar. Elini öp git yani” diyerek özetliyor Cem Bey ile geçirdiği yılları… Peki, hala aşk var mı dediğimde Lale Mansur’a?” Aşk bambaşka bir şeye dönüyor. Başta âşık olmak falan bunlar kolay şeyler. Hele hele karşındaki yakışıklı ve zekiyse çok kolay. Ama şu an Cem benim için çok daha kıymetli” demesiyle Cem Mansur “ne güzel şeyler söylüyorsun” diye eşinin yanaklarına dokunuyor. Ben de içimden sevgililer gününe özel bir şey istesem bu kadar olurdu diyorum.

Misafirliğimizin sonlarına yaklaşırken Lale Mansur’u yakın zamanda sinemada görüp göremeyeceğimizi soruyorum. Halil Ergün ile ‘Misafir’ adında çok keyifli bir film yaptıklarını, bugüne kadar en çok keyif aldığı filmlerden biri olduğunu söylüyor.

Bizim için hazırladıkları mücver ve çorbanın tadından çok sohbetlerinin tadına da doyamadığımız Cem – Lale Mansur çifti ile röportajımız sona eriyor ve bu sıcak, samimi, hayat dolu çifte tüm misafirperverlikleri için teşekkür ederek Arnavutköy yokuşundan mutlu bir şekilde salıyorum kendimi…