Alp Alper – Bana Göre İstanbul Açık Hava Dev Bir Fotoğraf Stüdyosu

Alp Alper kimdir? Sizi yakından tanıyabilir miyiz?
1965 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta, lise ve üniversite öğrenimini bu kentte tamamladı. 1992’de Türk Hava Yolları’nda Flight Dispatcher olarak çalışma hayatına başladı. Bu dönemde, okul yıllarında başlamış bulunan fotoğraf sanatı tutkusunu da geliştirmeye koyuldu. “Doğal bir fotoğraf stüdyosu” olarak nitelendirdiği İstanbul’da, bu tutkusunu uluslararası temellere oturtarak sürdürüp geliştirdi.

Türkiyeyi sarsan büyük 1999 depreminden sonra bir ekip kurdu ve kendisini ‘Alp Alper’ olarak dünyaya tanıtan, “1000 feet’ten Türkiye” adını verdiği büyük serüvene atıldı. 2000 yılı sonunda Türk Hava Yolları’ndaki vazifesinin bir aşaması olarak Atina Müdürlüğünde istasyon görevine atandı. Bu göreviyle beraber Türkiye projesine de devam etti.
Çalışmaları esnasında Atina, Warşova, Cape Town, San Paulo, Berlin, London, Pekin, Disburg, Tolousse, Aussıllon, Belgrad, Shizuoka, Kyota, Tokyo, Paris ve New York’ta “1000 feet’ten Türkiye” Fotoğraf sergileri açtı.

Türkiye’de Gezi-Traveler, Gurme, Ulusoy Traveler gibi dergilerle çalışan fotoğraf sanatçısı Alp Alper, 1999 yılından itibaren sadece Yunanistan’da Cosmos Travel ve National Geographic, ardından da Türkiye ve Polonya National Geographic dergilerinde çalışmalarını göstermeye başladı.
Sanatçı halen Türkiye ile ilgili dört fotoğraf projesi ve iki belgesel projesini ekibiyle birlikte sürdürmektedir.

Sanatçının bugüne kadar “1000 feet’ten Türkiye”, “Bir Düş Uçuşu Türkiye”, 4 Mevsim İstanbul adlı üç Fotoğraf kitabı bulunuyor.
iki kız çocuğu babası olan Alper, fotoğraf tutkusu dışında Paragliding ve Scuda Diving yapıyor. Tarih ve arkeoloji de Alp Alper’in özel ilgi alanındaki önemli satır başları.

Size bu meslekte bir kariyer yapabileceğinizi düşündüren ilk işiniz neydi?
Aslında ben bu alanda bir kariyer planlaması yapmadan fotoğrafın peşinde lise çağlarından yola çıktım. O zamanlar fotoğraf benim için hep bir hobi olarak var oldu. Ben Ankara’da doğdum ve büyüdüm. Üniversite ve askerlik bittikten sonra kendime yeni bir sayfa açarak, yaşamak için çocukluk hayalim olan İstanbul’a gelip yerleştim. İşte benim asıl kariyer planlamam 25 yıl çalıştığım THY bünyesinde oldu. Fotoğraf tutkusu bu süreç içinde her zaman benimle beraber büyüdü ve gelişti.

İstanbul’da ilk olarak İfsak’ta temel fotoğraf eğitimlerimi aldım. Burada bize dergi ve gazeteler de gördüğüm, bildiğimiz fotoğraf hocaları ders verdi. Ben o an İstanbul’da fotoğrafın artık hobinin ötesinde bir boyut olduğunu keşfederek İstanbul’da çalışmaya karar verdim. Bana göre İstanbul açık hava dev bir fotoğraf stüdyosu ve biz insanlar çoğu zaman bunun farkında değiliz. Farkında olanlar zaten bu şehri devamlı olarak fotoğraflıyor ve onunla yaşıyor.

Benimde fotoğraf adına kırılma noktam tam da bu şehirde yani İstanbul’da başladı ve gelişti. Beton ve çıplak bozkır Ankara’dan sonra böyle renkli bir kültüre ve 3 imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehri fotoğraflama fikri beni heyecanlandırdı. İfsak eğitimlerin sonrasında her izin günümde bu şehri fotoğraf peşinde keşfetmeye devam ettim. Hala da fotoğraflamaya devam ediyorum.

Sizi en çok uğraştıran havadan fotoğraf çekimi hangisi oldu?
Bizim Gökyüzünden Türkiye projemizde tüm çekimlerimizin her biri ayrı bir planlama ve onu takip eden uzun süreçlerden oluştu. Hiç bir çekim surecimiz kolay olmaz çünkü Türkiye’de bu tur Sivil ve sportif havacılığın gelişmesi acısında önemli sayılacak çalışmalar ve uçuşlar o kadar azdır ki inanamazsınız.

Tüm Türkiye üzerinde 2000 yılından beri uçup fotoğraf çekiyorum, bizi bugüne kadar en çok yoran ve uğraştıran çekimlerimiz hep Doğu Anadolu çekimlerimiz olmuştur. Neden mi? Birinci neden Yakıt çünkü Ankara’dan öteye doğu’ya gitmeye başladığınız da Cessna 172 için kullanacağınız yüksek oktanlı benzin yoktur ve bu yakıtı siz bir şekilde temin etmeniz gerekiyor. İkinci olarak

Doğu Anadolu’da yaşanan terör olaylarından dolayı güvenlik problemi. Özellikle bu iki neden sebebiyle Doğu Anadolu üzerinde uçmak bizim için ciddi sıkıntı demekti. Bunun yanında da, bu kadar sıkıntılar ve zorluklar yaşamamıza rağmen bu toprakların kültürel zenginliği ve doğal güzellikleri havadan uçarken insani o kadar büyülüyor ki bir anda o çektiğiniz sıkıntıları birden unutup o anin keyfini çıkarıyorsunuz. Havada uçarken, binlerce yıllık kültürlerin var olduğu güzel ülkem Anadolu’da doğduğum için ve bu topraklar için bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşıyorum.

İçinde bulunduğunuz ‘an’ sizin için nasıl fotoğrafı çekilesi bir ana dönüşüyor? O andan neleri alıyor fotoğrafla insanlara neler veriyorsunuz?
Hava fotoğrafçılığında neleri çekeceğinizi ve nasıl çekeceğinizi çok önceden planlamanız gerekiyor. Havada uçup ne bulursam çekerim demek yerine belirli alan ve konuya odaklanarak uçup fotoğraf çekmek gerekiyor. Benim hava fotoğrafçılığımda iki alana özel olarak çalışıyorum bunlar Türkiye’nin doğal güzellikleri diğeri ise Arkeolojik alanlar.

Rotalarımızı bu iki ana başlık altında belirleyip buna uygun rotayı çizip uçuyoruz. Benim Havada zamana karşı uçarken insanlara bunu yada şunu vereyim, bunu daha çok beğenirler gibi bir kaygım yok. Ben doğal güzelliklere ve arkeolojik alanlara odaklanıp fotoğraflarımı çekiyorum ve o an havada olup, fotoğraf çekmenin mutluluğunu yaşıyorum sonuç olarak fotoğraflarımda da bunu yansıtmaya çalışıyorum.

Gezi fotoğrafçılığında ise An kavramı hava fotoğrafçılığına göre daha kolay çünkü artık yerdesiniz ve uçarken düşme riskiniz yok. Havada kaybettiğiniz bir acıyı kaybettikten hemen sonra yaşayacağınız bir telaşınız da yok. Bu nedenle gezi amaçlı gittiğimiz yerlerde fotoğraf çekmek daha kolay geliyor. Sonuç olarak nerede olursanız olun ister gökyüzünde ister suyun altında önemli olan fotoğrafın peşinde gitmek ve o anı yakalama heyecanı ve adrenalin bizi her zaman daha iyiye ve daha mükemmel fotoğrafa doğru motive etmeye devam edecektir.

Günümüzde fotoğrafçılık daha çok dijital olarak icra edilmekte, bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Ben fotoğrafa başladığımda dijital yoktu ve filmleri kendimiz karanlık odada biz banyo yapıp basıyorduk. O zamanlar Siyah Beyaz filmleri daha çok kullanıyorduk ama Dijital fotoğraf geliştikçe klasik formatta yapılan tüm isler bir kenara bırakılarak dijital dünyanın bize sunduğu nimetlerden hepimiz yararlanmaya başladık. İlk zamanlarda dijital fotoğrafa biraz dirensekte dijital boyut ezici bir formda hepimizin hayatında yerini aldı.

İlk zamanlarda dergiler için çalıştığımızda onlardan film alıp bir konuyu çalışırdık ve sonra dergiye banyo için teslim ederdik. Uzun bir sure bu çalışma yöntemi ile dergiler ile çalıştım ama dijital fotoğraf makinesi çıkınca bir süre sonra National Geographic dergisi bile artık film vermeyeceğini ve fotoğrafları RAW olarak dijital istediğini bildirdi bu durumda zaten bize de ortada direnecek bir boyut ve amaç da kalmamıştı. Teknoloji ve bilimin çok hızlı geliştiği bu dünyada dijital fotoğraf her gecen gün yerini daha da arttırarak yerini almaya devam edecek ve gelişime paralel fotoğraf farklı boyutlara taşınabilecektir.

Fotoğraf çekmek için kurallara gerek var mı?
Tabiî ki fotoğraf çekmek için herkesin bildiği klasik kurallar var ama asil Kural; tüm bildiğimiz kuralların olmadığı yani hiçbir kuralın olmamasıdır. Tabi ki bu eğitim almadan rastgele fotoğraf çekmek değildir. Fotoğraf eğitimlerini aldıktan sonra belli bir disiplin içinde çalışmanız gerekir ama zaman içinde o klasik formların dışına çıkarak fark yaratmak gerekir ki buda sizin fotoğrafa bakış acınızın dışa vurumu olarak yansır.

Benim her zaman söylediğim şey; Fotoğrafı çeken Beyin’dir. Siz beyninizi ne kadar beslerseniz Beyin’de size o kadar farklı acıları ve yaşamları gösterir. Eğer beyninizi yeteri kadar besleyemezsiniz için boş olan beyin size fotoğraf adına hiçbir şeyi göstermeden sıradan bir insan gibi yaşamı gösterip gidecektir. Önemli olan o hayatların içinde olan küçük gözüken ama fotoğraf için önemli olan detaylardır. Tabiî ki bunları yaparken hiçbir kurala da saymadan fotoğraf çekmeyi savunmuyorum ama her fotoğrafçının kendine öz bir tarzı olmalı ve onun üzerinde kendini geliştirmeli. Yani kısacası; Fotoğrafta kendine bir tarz yarat ve kendin ol diyebiliriz.

Bir dönem herkes çektiği fotoğraflarla fotoğrafçı oluyordu. Şimdi ise herkes fotoğraf çekiyor sosyal medyada yayımlıyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında o günden bugüne değişen pek bir şey yok gibi, günümüzde de elindeki telefon ile fotoğraf çekenler ertesi gün kendini fotoğrafçı hatta fotoğraf sanatçısı olarak tanıtabiliyor. Eskiden herkesin imkânı yoktu. Fotoğraf makinesi, Filmler oldukça masraflı bir hobi idi ama yine de fotoğraf çekiliyor ve sergiler yapılıyordu.

Bugün ise herkes basit bir cep telefonu ile fotoğraf çekiyor ve iki dakika içinde editleyerek sosyal medyada paylaşıyor. Bu milyar dolarlık bir sektör ve bu alanda da cep telefonu optik kaliteleri ve pixel değerleri yükseldikçe fotoğrafın sosyal medyanın da gücü ile gelişeceğini söylemek doğru olacaktır. Bu bizler gibi klasik olarak adlandırılan fotoğrafçılar için bile önünde durulamayacak kadar güçlü gelişen ve evrilen bir boyut olarak gelecek surecinde yer alacaktır.

Sadece Türkiye’de değil, farklı ülkelerde, farklı şehirlerde de fotoğraflar çektiniz/çekiyorsunuz? Türkiye ile diğer ülkeleri kıyaslarsak “an” kavramında ne gibi bir farklılık var?
Türkiye’de veya yurtdışında nerede olursanız olun ‘An’ kavramı aynı oluyor. An’ı yakalamak zaten peşinde olduğumuz boyutun yer değiştirmesi olarak önümüze çıkıyor. Bazen Anadolu’nun bir köyünde bazen Venedik festivalinde bazen de Ethiophia’da ilkel bir kabilenin içinde oluyor. Artık dünyanın her yerinde fotoğraf işi paraya dönüşmeye başladı.

En ilkel kabilelerde bile fotoğraf çekmek için ayrıca para ödemek zorundasınız ve para ödemeden tek kare çekmeyi bırakın köye bile giremezsiniz. Bu asamadan sonra ise An peşinde koşarken sizin o an kavramına ne kattığınız ve bunu fotoğrafa nasıl yansıttığınız önem kazanıyor. Yani farkı yine siz beyninizin size verdikleri ile ortaya koyuyorsunuz. Beyninizin kapasitesi kadar yakalıyor ve onu fotoğraf ile ifade ediyorsunuz.

Sizce bir fotoğrafı, güzel bir fotoğrafın ötesinde ‘’sanat’’ yapan nedir?
Sanatsal boyut? İşte kavramların karıştığı ve fotoğrafın sanatsal boyutunun kimler tarafından belirlendiğine iyi görmek lazım. Kendilerini sanat dünyasının karar verici otoritelileri olarak gören hakim kişi, grup ve iktidarın sanat anlayışı ile mi fotoğrafın sanat olup olmadığına karar vereceğiz? Her fotoğraf sanat olmayabilir ama sanat için fotoğraf üretilebiliyor.

Farklı gözüken, anlaşılmayan formlar yerine hayatın yorumlanmış bir bakış açısı ile yorumlanmış ve tanınmış galerilerde satış amaçlı sergilenen, dijital fotoğraf teknolojisinin yüksek oranda kullanıldığı fotoğraflara da Sanat deniliyor. Her güzel olan fotoğraf sanat kavramına girer mi? İşte ortaya konulan kriterlerin kimler tarafından konulduğu ve nasıl şekillendirildiği burada tekrar önem kazanıyor.

Bu konuda pek çok kriter olsa da, bana göre ise fotoğrafta sanat; Sanatçı duyarlılığı ve kaygısıyla üretilmiş eserin essiz bir yorumla ve daha önce bir başkası tarafında üretilmemiş ve fotoğraf aracılığı ile sunulmasında yatmaktadır. Benzerleri tabiî ki üretilecek ve taklitte edilecektir ama siz bu alandan yeni ufuklar açan bir sanatçı olarak da yer alacaksınızdır. Bu nedenle fotoğrafta üretmek ve devamlı yeni bir şeyler üretmek her zaman önemli olacaktır.

Gezi fotoğrafçılığının bir boyutu da insan portreleri. Unutamadığınız portreler var mı? Hangi hislerle hafızanızda korudunuz onları?
Gezi fotoğrafçılığında insan en büyük özne olarak yer alıyor. Benim için fotoğraflarda insan ögesi çok önemli çünkü insan ögesi fotoğrafa atılan gizli bir tarihtir. Genelde Asya kültüründe yer alan insanların portreleri beni daha çok etkiliyor. Çünkü burada yaşayan yaşlı insanların yüzlerinden izler ve yüzlerindeki ifadeleri size zaten hikayeyi anlatıyor. Hindistan’da yaşadığım dönemlerde çektiğim renkli insan portreleri beni her zaman etkilemiştir.

Bu portreleri çekerken bile o anda yaşanan zaman diliminde bile çok zevk alarak çekim yaparım çünkü iyi fotoğrafı yakaladığınızda aldığınız haz çok özlediğiniz ve sevdiğiniz bir yemeği yerken aldığınız haz ile nerede ise aynı gibi. Benim çektiğim ve çekerken iste bu insan dediğim fotoğraf karelerim çocuklarım gibidir ve onlar beynimde otomatik olarak yerlerini alırlar. Aradan yollar geçse de o fotoğrafı bir yerde görsem tereddütsüz bu fotoğraf benim derim çünkü artık o fotoğraf benim binlerce çocuğumdan birisi olarak hafızamda çoktan yerini almıştır.

Tecrübelerinize dayanarak özellikle fotoğraf çekmeye yeni başlayan bu röportajı takip eden okuyucuları için ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
En çok sorulan sorulardan birisidir bu aslında; Ne tavsiye edersiniz? 🙂 Keşke bende fotoğrafa baslarken böyle soru sorabilecek imkanlarım ve abilerim olsaydı diyorum gerçekten. Şuanda teknolojinin geldiği imkan ve şartları düşünürsek yeni nesil çok şanslı çünkü artık hepimiz bu dijital dünyanın içinde yer alıyoruz ve birisine ulaşmak yada bir yayına ulaşmak sadece iki tur mesafesinde.

Ben fotoğrafa yeni başlayanlara her zaman sunu tavsiye ediyorum; İllaki çok pahalı makinelere yönelmeden fotoğraf çekebilirler önemli olan neyi ne ile çektiğin değil. Çünkü fotoğrafı çeken beyindir siz onu beslerseniz fotoğraf size gelir. Bu nedenle de fotoğrafçı arkadaşların kendi alanında başarılı fotoğrafçıları yakından takip etmelerini tavsiye ederim.

Tabiî ki temel bir fotoğraf eğitimi aldıktan sonra sahaya çıkmaları yaptıkları işin tekniğini bilmeleri acısından çok önemli. Bu konuda yayınlanmış çok güzel yayınlar var onları okusunlar. Kendinizi geliştireceğiniz alanda kitapları, makaleleri okuyup, sıra dışı fotoğrafçıların çalışmalarını takip edip kendinize belirlediğiniz bir alanda bol bol fotoğraf çekmelerini tavsiye ediyorum.

Işığınız her zaman yeteri kadar olsun…