Ceren Gündoğdu – Çanakta Ne Varsa Kaşığa O Gelir

Tam da Pandemi dönemine denk gelen albümü, dijital hayatla ilişkisi, oynadığı müzikal, müzisyen bir anne ve babanın çocuğu olmanın zorlukları ve şarkılarına ilham veren İstanbul üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbetimizle, Ceren Gündoğdu kimdir biraz daha yakından tanımak istedik. Tavsiyem; Ceren’in albümünü henüz dinlemediyseniz, deniz kenarında bir yere ilişip, kulaklığınızı takın ve bırakın sesi sizi uzaklara götürsün… 

Ceren Gündoğdu kimdir, neler yapar, hayalleri, hedefleri nelerdir?
88, İstanbul doğumluyum. Müzisyen bir anne babanın kızı olarak dünyaya gözlerimi açtığım evin salonunda, hem piyano hem bağlama ile tanışmış olmamın; yolculuğumun seyrini belirlediğine inanıyorum. Şarkı söylemek, aldığım nefes ya da daldığım uyku kadar doğal bir ihtiyaç benim için ve kendimi bildim bileli de en favori oyunum, şarkı yazmak. Hedefim bana ait özgün bir müzik dilinin peşinde koşmaya, bu yolla insanlarla ve evrenle bağ kurabilmeye her daim devam etmek.

Nasıl bir eğitim aldın?
Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı yarı zamanlı Piyano Bölümü mezunuyum. 2011’den Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden birincilikle mezun oldum. Sosyoloji okurken bir yandan da İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müzikal-Tiyatro Bölümü’nde eğitimimi tamamladım. Ardından Galatasaray Üniversitesi’nde Medya ve İletişim Bölümü’nde yüksek lisans yaptım ve “şöhret kültürü” üzerine çalıştım.

Müzisyen bir aileye doğmuş olmanın avantajları olduğu kadar zorlukları var mı?
Çanakta ne varsa kaşığa o geliyor. Farklı müzik türlerinin ve bitimsiz müzik sevgisinin var olduğu bir evin içinde büyümek ve belki bilincinde olmadığım zamanlarda dahi hayal dünyamı şarkılarla kurmak şüphesiz ki, şimdiki müzikal eğilimlerimin renkliliğinin sebebi. Zorluklara gelince; duayen bir babanın kızı olunca Zafer Gündoğdu’nun kızı olarak değil de kendi yeteneğimle var olabilmek için hep çok daha fazla çalışmam, çok daha fazla üretmem gerekti.

Biliyorsunuz, insanların başarılarını ve mutluluklarını kendi emekleriyle elde ettiğine inanmak yerine, başka birilerine mal etmeye meyilli bir toplumuz. Bunu kırmak için her zaman ekstra bir çaba gösterdim sanırım. Kendi şarkılarımı dinleyiciyle paylaşmaya başladıktan, bana ait özgün bir müzik dünyası yaratma çabasıyla yol aldıktan epey sonra babamla birlikte bir şeyler kaydettim mesela. Çünkü ilk adımı babamla birlikte atsaydım eminim farklı yorumlanırdı.

Müzik dünyasında kendine yer edinmek ve isminin bilinir, işinin dinlenir olması çok da kolay değil. Emin adımlarla yürüdüğün yolda; Yaptığın müziği tam olarak nasıl tanımlıyorsun?
Hiç kolay değil, kocaman bir ormanda sesini duyurmaya, hikayelerini aktarmaya çalışmak. Çok renk, çok ses, büyük kaos var yani 🙂 Herkesin çok iyi bildiği üzere bir şarkının veya bir yorumcunun büyük kitleye ulaşmasını belirleyen şey müzik değil. Şöhret denilen şey hatta şöhreti de geçtim ‘görünür olmak’ bambaşka parametrelere bağlı. Radyolarda aynı isimler, festivallerde aynı isimler, röportajlarda aynı isimler.

Hep bir tayfacılık söz konusu yani. Fakat bu durum beni umutsuzluğa itmiyor açıkçası. Bu işin doğası bu. Daha doğrusu insanoğlunun doğası bu; ‘Aman risk alma, sakın yeniyi arama, güvendiğin yerden ilerle de başın ağrımasın…’ Dolayısıyla öfke duymuyorum ben bu duruma. Çünkü biliyorum ki aynı frekansta buluşan insanlar misali, aynı müziğin etrafında toplaşan ruhlar birbirini buluyor eninde sonunda. Dinleyicilerimi tam olarak böyle tanımlıyorum diyebilirim.

Paylaştığımız şey sadece müzik değil, o müziğin etrafında şekillenen paralel hayatları da paylaşıyoruz bence. Tanışmadan bağ kurabilmek böyle bir şey. Müziğimi kelimelerle tanımlamak zor ama öncelikle şarkılarımla özgün bir müziğin izini sürdüğümü söylemeliyim. Dinlemesi keyifli ama birbirinin aynısı sayısız şarkının arasında var olmaktan itinayla kaçınıyorum. Romantik, melankolik, naif ve samimi hikayeleri son derece yalın bir dille ve yer yer doğu ezgilerine göz kırpan güçlü ve dramatik melodilerle buluşturmaya çalışıyorum müziğimde.

Oyunculuk, müziğin hayatının göbeğine oturması ile mazi mi oldu? Yoksa kariyer planların içerisindeki yerini koruyor mu?
Aslında covid dolayısıyla ara vermiş olsak da halen devam eden bir oyunum var; 3 sezondur Zorlu PSM’de sahnelenen Broadway’in kült eserlerinden Damdaki Kemancı Müzikali’nde Hodel karakterini oynuyorum. Bir karakterin dünyasına girmek ve bu dünyayı müziğe yaslanarak resmetmek Müzikal Tiyatro’nun alametifarikası. Dolayısıyla müzikal tiyatro yapmak, şarkı yazarlığımı ve yorumculuğumu da besliyor bence. O yüzden şarkılarımı yazmaya ve söylemeye devam ederken bir taraftan da oyunculuğa, bilhassa da müzikal oyunculuğuna devam etmeyi planlıyorum.

İşinle ilgili seni nasıl eleştiriler motive ediyor?
Bu iş başlı başına yolda olma hali bence. Özgürce ve gönlünce yaratacağın bir müziğin izini sürme hali, evrilen, durmayı bilmeyen ve kabul etmeyen bir yolculuk. Eleştiriler de yol haritasını belirliyor haliyle. Olumlu yorumları da eleştirileri de dikkatle takip ediyorum, sesimin sözümün bir başkasına nasıl geçtiğini takip etmeyi seviyorum galiba. Tabii eleştirilerin içerisindeki niyet çok net seziliyor.

Yapıcı bir dil varsa ortada, söyleneni almaya gayret sarf eder, yoluma öyle devam ederim ama içimden geldiği gibi müzik yapan biriyim ben ve birileri benden şunu değil de bunu duymak istiyor diye yapmak istediğim müziği yapmaktan da asla vazgeçmem. Bunu biraz insan ilişkilerine benzetiyorum. Hani yeni bir ilişkinin başında, karşıdaki kişinin beğenisini almak için olmadığın biri gibi davranırsan bir süre sonra, istemsizce özüne döndüğünde, işler patlar ya… İşte o misal; sürdürülebilir bir müzisyen-dinleyici ilişkisinin olmazsa olmazı, ancak ve ancak kendin gibi olabildiğin, kendin gibi duyulabildiğin bir müzik yapmak.

Günümüzün dayattığı koşullar doğrultusunda; müziğin hızlı üretilip, hızlı tüketilmesi konusunda neler söylemek istersin?
Bu önünü alamadığımız hız bence hem müziğin hem de müzisyenin ruhundan çok şey götürüyor. Hızlı üretim ve tüketimle gelen hızlı bir değersizleştirme rüzgârı mevcut. Eğer ki bu üretim içten dışa doğru gerçekleşiyorsa, yani içinden taşanları işliyorsa müzisyen bunda bir sorun yok ama bu hızlı üretimin sebebi -hepimize bir miktar bulaşan- ‘var olabilmek için sürekli şarkı yayınlamalıyım, sürekli içerik üretmeliyim’ robotik yaklaşımıysa durum vahim. Bu hız her şeyden önce özgün bir müziğin ortaya çıkmasına engel bence.

Böyle suni bir ‘hep üretmeliyim’ kaygısıyla gerçekten insana dokunan bir şeyler üretebilmek bana ihtimal dışı geliyor. Git gide her söz, her ses iç içe geçiyor, birbirine benzemeye başlıyor. Kimi zaman dinleyici de acımasız olabiliyor tabii. Aylar süren bir emeğin, belki çok gözyaşının meyvesi bir şarkıyı 20 saniye dinleyip, nefret dolu bir mesaj yazıp bir başka şarkıya geçebiliyor. Tuhaf bir dönem içindeyiz.

Ne mutlu ki özgürleştik, kendi müziğimizi üretip ana akım pop müziğin dünyasına alternatif bir evren yaratabildik hep birlikte. Fakat bir taraftan da müziği neden yaptığımızı unutturacak bir sürat gemisinde yol alırken yaralanıyor, kendimizden ve müziğimizden ödün veriyoruz belki… Neden çocukken şarkı söylediğimi, neden lisede derslerde bile gizli saklı şarkılar yazdığımı sık sık kendime hatırlatarak, kendimi korumaya çalışıyorum.

Dijital dünya ile ne kadar barışıksın? İçinden geçmekte olduğumuz Pandemi döneminde dijital konser veren isimlerden biri oldun. Şartlara uyum sağlama noktasını bir kenarda bırakırsak; göz göze gelmeden, karşıdan tepki almadan yapılan dijital işler sana kendini nasıl hissettirdi?
Dijital dünya ile çok barışık olduğum söylenemez. Dijital dünyaya hakim ukala, şakacı ve özgüvenli üslup altına gizlenmiş kaba ve sevgisiz dil beni ürkütüyor. Sürekli paylaşım yapma zorunluluğu da ruhuma iyi gelmiyor ama kurulan bağlar da en büyük motivasyonum. Bu yüzden direkt olarak bana yazılan yorumları ve mesajları okumaya ve de cevaplamaya ciddi ciddi mesai ayırıyorum.

Pandemi döneminde dinleyicilerimin iyi hissetmesi için yaptığım her paylaşım, her konser günün sonunda benim iyi hissetmemi sağladı. O yüzden, bir şekilde kendimi bırakmamı engelledikleri için, müziğimi paylaşmaya devam edebilmemi sağladıkları içinasıl ben onlara teşekkür ediyorum. Dijital konserler göz göze diz dize şarkı söylediğimiz konserlerin yerini elbette tutamaz ama bence prodüksiyondan uzak, en doğal en saf halimizle verdiğimiz ev konserleri, aramızda daha samimi bir bağ kurulmasını sağladı.

Şarkıları piyano başında yazan biri olarak, kamerayı açıp piyano başına geçip, albümdeki tüm şarkıları ilk yazdığım halleriyle çalıp söylüyor olmak çok özgür hissettiren bir deneyimdi. Bence dinleyici de bu doğallığı sevdi. Kendim de dinlediğim sanatçıların yalın performanslarını ve doğal sohbetlerini dinlemekten çok keyif aldım bu süreçte. Özetle, ilk albümümün Pandemi dönemine denk gelmesinin tek telafisi bu dijital konserler oldu diyebilirim.

Geleceğe bakarken; seni umutlandıran ve kaygılandıran en bariz düşünceler neler?
Doğa için kaygılıyım. Verdiğimiz zarar bir hayli büyük, ekosistemi bozduk ve düzeltmek için çaba gösterme eğiliminde bile değiliz. Covid mühim bir sinyal oldu ama bilinçlenir miyiz emin değilim. Hali hazırda yaşadığı tatsız olaylardan bir ders çıkarmaya meyilli olanlar daha sıkı bir öz disiplinin içine girecektir, daha bilinçli olacaktır belki ama hayata bu pencereden bakmayanlar için alışkanlıkları değiştirmek gibi bir dürtü yaratacağını sanmıyorum bu karantina sürecinin. İnsanlar için kaygılıyım genel olarak.

Farklı ırklara, farklı cinsel kimliklere karşı duyulan, kimi zaman şiddetli derecede açık, kimi zamanda örtülü düşmanca duygular en büyük kabuslarımı oluşturuyor. Sosyal medyada gördüğümüz nefret kokan yorumlardan, karısını döverek öldürenlere kadar uzanan bir felaket eğrisi söz konusu. Her canlının mutlu, özgür ve eşit bir yaşam hakkı olduğu gerçeğini savunuyorum. Bir gün herkes bunu savunana kadar bu kaygıların sonu gelmez. Umutsa her daim var. Bu dünya bize ‘Gül bahçesi vadetmiyor’ ama doğru olduğuna inandığımız şeyler için savaşma özgürlüğümüzü de kimse elimizden alamaz. Bunu bilmek başlı başına bir umut!

Kısa süre önce albümün çıktı. Albümü hiç dinlememiş, hatta seninle hiç kesişmemiş birinin de bu satırları okuduğunu düşünerek yanıtlarsan; bu albümde dinleyiciye ne vaad ediyorsun?
Aslında albümün vaad ettiği şey adında gizli; ‘Kapalı Gözlerle’. Her insanın gözlerinin altında henüz resmedilmemiş bir kainat var. Dışımızda olup bitenler içimizde seyredenlere odaklanmamıza engel oluyor. Diliyorum ki dinleyicim bu şarkıları dinlerken, gözlerini kapasın ve iç dünyasına sığınabilsin.

Demem o ki dinleyici albümü dinlerken, kendi yaşanmışlıklarına, vedalarına, teslimiyet anlarına, kalp kırıklıklarına ve cesurca kalbini onardığı anlara ansızın ışınlanmasına sebep olacak samimi ve şeffaf hikayelerle karşılaşacak. Naif melodilerin içinde gezinirken bazen romantik sorularını cevaplayacak, bazen de tatlı tatlı yerinde salınmaya başlayacak.

Malum biz bir şehir dergisiyiz. Bundan kaynaklı biraz da İstanbul’dan konuşmak isteriz. Senin İstanbul’un nasıl bir yer ve sana ne kadar ilham veriyor?
Benim İstanbul’um koynunda her rengi, her duyguyu taşıyan, öfkeyi de acıyı da, keyfin en pür halini de kendisine yakıştırmayı bilen, kaosunda bile ahenk saklayan bir İstanbul. Her daim keşfedilmeyi bekler, her sefer bilmediğin bir hikayenin anlatıcısı olur şaşırtır. Biraz da acımasızdır, adil değildir; kimine cennet kimine kabustur.

Bu gerçekçi güzelliğiyle ve koşarken kalbini dinlemeye vakit ayıramayan insanlarının hikayeleriyle bana sık sık ilham verir. Beklerim şarkısındaki ‘Acıyı bal ile beslemek’ fikrinin kaynağı şehrin bana hissettirdikleridir aslında. Ben Hep Seni Sevdim şarkısındaki ‘Yürüyorum caddelerde hayat omuzlarımda bir yük gibi’ cümlesinde bahsi geçen caddeler de İstanbul’un caddeleridir elbette. Samimi hikayeler anlatma derdinde olan bir şarkı yazarı için İstanbul gerçekçi güzelliği ve kısmi zalimliğiyle bir ilham perisi olabilir kolaylıkla.