Doğduğu Toprakların İlhamını Sanata Yansıtan Adam; Ahmet Güneştekin

Özel bir coğrafyada doğup, büyüyen, çocukluğunun oyun alanlarını eserlerine yansıtan, sanatın önemli isimlerinden Ahmet Güneştekin’in hem sanatçı kimliğini hem de iç dünyasını konuştuğumuz röportaj sizlere de ilham verecek.

2019 yoğun bir yıl oldu sizin için, nasıl geçiyor günleriniz?
Bu yıl oldukça yoğun başladı ve sergi takvimime göre bu hızıyla da devam edecek. Günlerim düşünerek, tasarlayarak ve uygulayarak geçiyor. Ocak ayında Madrid’de ardından Berlin’de kişisel sergilerim açıldı. Eylül ayından itibaren de yeni sergilerim başlıyor. Galerie Michael Schultz Vienna Contemporary’de, Marlborough Gallery de Contemporary Istanbul’da işlerimi sergileyecek. 1 Ekim’de Bakü’de Heydar Aliyev Center’da kişisel sergim açılıyor.
8 Kasım’da da Pilevneli Gallery Mecidiyeköy’de kişisel sergim açılıyor. Murat Pilevneli ile 2012 yılında Antrepo’da gerçekleştirdiğimiz Yüzleşme sergisinden sonra büyük bir sergi projesiyle tekrar bir araya geliyoruz. Sergide Yoktunuz enstalasyonuyla birlikte, şu anda çalışmaya devam ettiğim farklı medyalarda işler sergilenecek.

Yıllarca Güneşin İzinde belgeseliyle bütün Türkiye’yi gezdiniz ve binlerce çocuğa ulaştınız. Ahmet Güneştekin’in sanatçı kimliği dışındaki ilgi alanları nelerdir?
Çocuklarla özel bir ilişkim var. Onlara ulaşmak, benim için diğer insanlara ulaşmaktan her zaman çok daha kolay olmuştur. Güneşin İzinde belgesel film projesi için düzenlediğim gezilerde, üzerine araştırma yaptığım farklı dünyaların çocuklarıyla birlikte resim yapma düşüncesi kendiliğinden gelişen bir şeydi. Bazen peri bacalarının gölgesinde, bazen yüzyıllar öncesinden kalma bir kalenin içinde, bazen de yaşlı bir ormanın ya da nehrin kenarında birlikte resim yaptık. Resim yaparken onlara “özgürsünüz, düşlediğiniz ne varsa onları çizin, uçan balıklar, koşan kuşlar, pembe denizler, kırmızı güneşler çizebilirsiniz çocuklar” derdim. Çocuklarla bir araya gelmemin en güzel yanı, çocuklarla kurduğum bu ilişkinin tek yönlü olmamasıydı, birlikte resim yaptığım her çocuk beni değiştirdi. Araştırma gezilerinde öğrendiğim mitoslar ve yaşayarak bana eklenen her deneyim, işlerimin dinamiğini oluşturdu ve mitoloji bütün işlerimin kaynağı haline geldi. Bununla birlikte yine bu geziler benim için gastronominin kültürle olan bağını keşfettiğim geziler oldu.

Sanat yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz? 1997 yılında Beyoğlu’ndaki ilk atölyenizi açtığınızda kurduğunuz hayallerinizden bahseder misiniz?
Özel bir coğrafyada olağanüstü hikayeleri ve masalları dinleyerek büyüdüm. Işığın mitolojik çağrışımlarının özümsendiği bir dünyaydı ve güneş çocukluk evrenimde yerçekimsel bir güçtü benim için. Işığın geometrisini dış dünya ile kurduğum dolaysız ilişki sayesinde algılamaya başlamıştım. Düşlemenin mekanlarından biri olan çocukluk atölyemde kökenlerimin sadece yerin derinlerinde değil ışığın ötesinde olduğunu hayal ederdim. 1997 yılında Beyoğlu’ndaki atölyemde, çocukluğumda düşünü kurmaya başladığım, bilmediğim yaşamları görme tutkumu izleyerek çıktığım araştırma gezilerinde edindiğim deneyimleri estetiğe dönüştürmenin yöntemini buldum. Sözlü kültürlerin içine doğmuş ve onlarla büyümüştüm. Olgunlaştıkça sanat yolculuğum da bu kültürlerle iç içe bir dönüşüm geçirdi ve düşünce dünyamı şekillendirdi. Çocukluğumun oyun alanlarıyla dolaysız ilişkimin tetiklediği bellek çalışmasıyla ilk işlerimi çalışmaya başladım, bu sayede ilk büyük sergim Karanlıktan Sonraki Renkler çocukluğumdan gelen bu izlerden oluşur. Hikâyemin başladığı yerin de burası olduğunu düşünüyorum.

Soyut işler üretirken bir yandan da yaşamın temel sorunlarına değiniyorsunuz. Özellikle nelerden etkileniyorsunuz? Hikayeleri eser haline getirmeye nasıl karar veriyorsunuz?
Devasa bir hayalî evrenin sınırlı bir yüzey üzerinde yoğunlaştırılması. Sesimin ve dilimin itici gücü bu sanırım. İşlerimde perspektif yok, soyut resmin kurallarına göre örgütlenmiş de değiller. Tüm iç görülerimi, çocukluğumda, yaşam felsefesi geç antik dönemin ilksel düşüncelerinden izler içeren sözlü geleneğe dayalı bir inanışa sahip Ezidilerden aldığımı söyleyebilirim. Araştırma gezilerimde öğrendiğim mitoslar ve mitosların doğasına içkin her element kullandığım yöntemlerin içeriğini de etkilemiştir. Bütün olay bellek katmanları ve bilinçli müdahale arasında oynanan bir oyun esasında. Sözlü anlatılar sürekli bir değişim ve oluşum halinde, bu oluş hali sürekli olarak yeni öğelerin geleneğe eklenmesine ve dönüşmesine neden oluyor. Böylesi bir değişkenlik ve yaratıcılık kaçınılmaz olarak, sözlü anlatıların içeriğinin müdahaleye açık olmasını gerektiriyor. Ben de bu düşünce biçimini izleyerek işlerimde melez yöntemler kullanmaya başladım. Dolayısıyla işlerimi mitoslar, küresel geometrik formlar, bir ışık teorisi ve konstrüksiyon katmanları üzerinden okumanız mümkün. Belleğime yerleşen sesler ve mitoslar üzerinden geliştirdiğim bir dil. En belirgin özelliği renk seçimi ve dağılımını düzenleyen tekniğim. Bu teknik sayesinde işlere boyut verebiliyorum ve her müdahalede boya sınırlar üzerinde birikerek ışığın etkisini ortaya çıkarıyor.

Hikayesinden en çok etkilendiğiniz, sizin için en özel olan eseriniz hangisi?
Doğduğum coğrafyanın geçmişle ilgili bir çalışma için birçok yerden daha uygun ve elverişli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gizlediğimiz ve üstünü kapattığımız bir yakın geçmişe sahip burası, bakmaktan kaçtığımız bir tarih ve dönüp bakarsak sanki tarih bizi suçlayacakmış gibi. Oysa bunun kimseye bir faydası yok, hepimiz tekrar tekrar inşa ettiğimiz geçmişlerin kaydedildiği bir şimdinin içindeyiz. Yüzleşme bakmaktan kaçtığımız bu geçmişin yeniden kurgulanması. Yakın zamanda çalıştığım yoktunuz, yaşadığım coğrafyanın belleğine yerleşmiş yıkımları ve yüzleşmesini yaşamamış bir yakın geçmişi yeniden gösterdiğim bir yapıt olarak ortaya çıktı. Belleğin şimdinin inşasındaki zorunluluğunu anımsatan ve yaşamla ilgili bakış açımı şeffaflıkla gösteren bir iş aynı zamanda.

Geçmişten söz edilmeyebilir, ancak belleğin taşıyıcısı özneler bütünüyle yok edilmedikçe geçmiş sadece belirli ölçülerde ve biçimsel olarak yok edilebilir. Geçmişe bireysel anlatılar üzerinden yaklaşmanın en önemli nedeni ise iktidarın dayattıklarının dışında bir geçmiş algısı yakalayabilme olanağıdır. Yoktunuz işi ile bu olanağın bir zemini. Belki o tarih içinde sayısız medeniyetin izi kalmıştır, sayısız kuşak oradan geçmiştir. O molozların altında kalan o yaşanmışlıkları, o kadar büyük bir trajediyle görebiliyorsunuz ki, orada, o molozun içindeki belki bir çaydanlığı, belki bir tekerlekli sandalyeyi, birçok şeyini gördüğünüz zaman yıkıntıların içinde, aslında insan yaşamının ne kadar değersizleştiğini, o yıkıntıların arasında onun varlığını düşünmediğinizi… Yani, eğer bunca yaşanmışlığı yıkıntıların, molozların altına gömüyorsanız aslında siz orada yaşamış olan insanlara, siz yoktunuz diyorsunuz.

Beğendiğiniz yerli ve yabancı sanatçılar kimler?
Yaşayanlar dahil olmak üzere eserlerini sevdiğim sanatçılar arasında Kazimir Malevich, Jackson Pollock, Wassily Kandinsky, Piet Mondrian, Mark Rothko ve Gerhard Richter yer alıyor.

Dünyaca ünlü Marlborough Gallery’nin Türkiyeli ilk sanatçısısınız, yurt dışındaki sergi projeleriniz ve oradaki sanatseverlerin tepkilerinden bahseder misiniz?
Venedik Bienali’nin 55 edisyonu ile eş zamanlı olarak sergilediğim Bellek İvmesi, o güne kadar ürettiğim işlerde çağdaş bir dil bulma arayışımı gösteren bir sergi olarak kişisel tarihimde önemli bir eşik olmuştu. Mezopotamya ve Anadolu’nun kültürel belleğindeki çeşitliliğin dilini bulmaya yönelik bir arayış. Mitolojinin modernleştirilmesi geçmişi okuma ve görselleştirilmenin bir yoluna dönüştü benim için. Serginin ardından Marlborough Gallery ile çalışmaya başladım. Sonrasında sanat dünyasının simge merkezleri olarak kabul edilen New York, Venedik, Berlin, Miami, Hong Kong, İstanbul, Barselona, Amsterdam, Madrid, Budapeşte, Den Bosch, Atina, Dresden, Frankfurt ve Cenevre’de işlerim galerilerde, sanat müzelerinde ve çağdaş sanat fuarlarında sergilendi. Son on yıldır Marlborough Gallery ve Galerie Michael Schultz başta olmak üzere çok sayıda uluslararası galeri ve müzeyle iş birliği yapıyorum; küresel sanat dünyası tarafından büyük ölçüde tanınan, güncel ve çağdaş sanatın temsillerinin yer aldığı sanat fuarlarına katılıyorum. Entelektüel açıdan daha akıcı dilli ve olumlu bakışlı, ritmi ve zaman anlayışı sanat üretimine çok daha elverişli bu kentlerde işlerimin görünür olmaya başlaması ve küratörlü sergilerimin düzenlenmesiyle birlikte sanat yazarları ve sanat tarihçileri işlerim üzerine yazdılar. Bu yazılar oldukça fikir açıcıydı. Sanat izleyicilerinin ve koleksiyonerlerinin ilgisi de çok yüksek oldu.

Son olarak Viyana’da “Mitoslar Evreni” isimli serginiz açıldı. Sergide yer alan eserlerinizden ve sergiden bahseder misiniz?
Mitoslar Evreni, hafıza mekânı olarak kurguladığım işlerden, kumaşın kullanım biçimlerinin hikâye anlatıcılığı ve mitoslarla olan bağından yola çıkarak çalıştığım kırkyamalardan ve iç içe geçmiş geometrik kurgularla sonsuzluk duygusu yayan farklı medyalarda işlerden oluşuyor. Hafıza mekânı olarak çalışan işlerle mitosların üst üste kurgulandığı bir sergi. Serginin merkezindeki işlerden yoktunuz enstalasyonunda bildiğiniz renkler dünyasının terk edilerek bir medeniyetin kalıntılarının kasvetli bir griye bulandığını görürsünüz. Zorla yerinden edilen insanları anımsatır ama eserde bu insanlar görünmezler. Bir tek nesneler bize yaşanmış hayatları anımsatır. Enstalasyon dehşetin çarpıcı bir tasviri olmaktan çok, derin bir felsefi sorgulamayı yansıtır. Bu düşünceyle, sergileme mekânında bu enstalasyonun izleri ile onu çevreleyen işlerin renk topografyası arasında kurgulanmak istenen bir gerilimden söz edebiliriz. Çok renkli ve katmanlı ifade biçimi oluşturmak istediğimiz bu gerilimi destekleyerek estetik yaklaşıma eklenir.
Bank Austria Kunstforum’da, DAAX Corporation’ın desteğiyle açılan sergide ayrıca bir süredir çalışmaya devam ettiğim Kostantiniyye Serisinden ve Kadın Hikayeleri Serisinden işler de sergide yer alıyor. Müze, Londra Kraliyet Akademisi dahil olmak üzere Stedelijk Müzesi ve Guggenheim Müzesi gibi önde gelen sanat kurumlarının sergi ortağı. Avusturya’nın uluslararası düzeyde tanınmış ve kabul edilmiş sanat müzelerinden biri. Çağdaş sanatta yeni akımların oluşmasında belirleyici bir rol üstleniyor ve uluslararası sergilere ev sahipliği yapıyor. Oluşumundan itibaren Schiele, Kokoschka, Turner, Van Gogh, Cézanne, Picasso, Miró, Malevich, Schwitters, Kandinsky, Lempicka, Chagall ve Lichtenstein gibi sanatçıların eserlerini sergilemiş.

Önümüzdeki dönem için planladığınız çalışmalardan bahseder misiniz?
2020 yılı sergi takvime göre Nisan ayında önce Tiflis’de Zurab Tsereteli Modern Sanat Müzesinde, ardından da Moskova Modern Sanatlar Müzesinde ve kişisel sergilerim açılacak.

İstanbul’u mitolojik bir karakterle imgelemeniz gerekse, bu hangisi olurdu?
İstanbul’da yaşayan ve üreten bir sanatçıyım. Bu kent sadece çağdaş sanat etkinliklerinin çok zengin bir gösterisini sağladığı için değil, aynı zamanda kentsel mirasında kültürel ortamını harekete geçiren iki bin yıllık bir kültürel bellek biriktirdiği için dünyanın en popüler kültürel meraklarından biri bana göre. İstanbul’un görsel tezahürünün ardında, her zaman hayranlık sergileyen o melez kimliğidir. Burada kimlikler korunur ve toplumun çoğulcu yapısı her zaman kültürel bir gerçek olarak görülür. Bunun nedeni, her farklı kültürün ısrar etmek istediği, kendi mekanını ve zamanını iddia ettiği, kendi dilini konuştuğu ve kendi müziğini çaldığı bir mekân haline gelmesidir. Renkler ve sesler bin tanedir, kendini ısrar etmediği gibi yok olmaz korunurlar. Benim bildiğim İstanbul bu şekilde. İstanbul’u olan Zümrüdü Anka kuşunu seçerdim. İstanbul’un bu çok kültürlü ve renkli morfolojisinin bu karakterde yansımasını bulduğunu düşünüyorum.

Sizin yolunuzdan gitmek isteyen gençlere tavsiyeleriniz neler?
Farklı denemeler yapmaktan korkmayan ve bu nedenle de kullanışlılığın taleplerini yerine getirme ihtiyacı duymayan, özgün ve bağımsız işler üretmeye çalışıyorum. Yaratıcı potansiyel dediğimiz şeyin ardında hangi araçları kullanıyor olurlarsa olsunlar, renklerin, formların, nesnelerin ve yaratıcı tekniklerin özgür varyasyonları yatıyor. Gençlere önerim kendi seslerini bulmaları ve duyulur hale gelmelerini sağlamaları. Kolay olmadığını biliyorum. Ama düşünsel sınırlarımızla mücadele etmek zorundayız.

Ahmet Güneştekin’in İstanbul’unu anlatır mısınız? En sevdiğiniz mekanlar, semtler hangileri?
Beyoğlu’nu seviyorum. Orada farklı kültürlerin dokusunu, rengini, sesini duyumsayabiliyorsunuz. Bahsettiğim Eski Beyoğlu elbette. Gözümün önümde kaybolan, yabancılaşan, ilk gençlik yıllarımda gördüğüm Beyoğlu. Kariye Müzesi ve çevresini, Tarihi Yarımadayı, Ayasofya ve Boğaz çevresini seviyorum.

Gece hayatıyla aranız nasıl? Eğlenmek için tercih ettiğiniz mekanlar?
Müzikli mekanları pek tercih etmiyorum. Daha çok yemek yiyip sevdiklerimle, dostlarımla zaman geçirdiğim mekanlar var: Sunset, Anadolu yemek kültürünün temsilcisi Seraf, Baltalimanı Angel Blue, Adana il Sınırı ve Develi bu mekanlar arasında yer alıyor.