Gobi Wonder

gobi-wonder

Uçsuz bucaksız, ıssız çöller sanki insanın ruhuna dokunuyor. İnzivaya çekilen kişilerin neden çöllerde vakit geçirdiğini anlamak çok da zor olmasa gerek.  İşte bu yüzden Reclaim Your Self (Benliğinizi Keşfedin) adlı şirketin Moğolistan’ın ilk yoga seansını bir grup yogi ile Gobi çölünde gerçekleştireceğini duyduğumda hemen kayıt yaptırmak istedim. Yaşamıma bir anlam kazandırmak istediğimi, monoton hayattan uzaklaşmak ve bu modern dünyanın çılgınlığından tamamen kurtulmak istediğimi fark ettim.

Seyahatlerini yazıya döken Pico Iyer bu duygularıma şu şekilde tercüman olmuştur: “Doğrusu şu ki, dünyayı anlamlandırabilmek için zaman zaman ondan uzaklaşmanız gerekir. İçimizde bir şeyler hareket ve bilginin verdiği coşkuyla daha büyük bir anlama, derinliğe ve sükunete ulaşmak için can atıyor.”

Moğolistan’da bunun için pek çok alan var.  Burası göçebe insanların yaşadığı ve yalnızca üç milyon nüfusu olan kocaman bir ülke.  Çevrebilimci kavramı daha henüz tanımlanmamışken, Moğollar aslında birer çevrebilimciydi ve 1992 BM Dünya Zirvesi’nde Moğolistan ülke çapında özel bir Biyosfer Rezervi olarak tanımlanmayı önermişti. Moğollar, toprak sahibi olma kavramına inanmıyor – onlar toprak ile uyum içerisinde yaşıyor ve buna derin bir saygı duyuyor.  Onlar için birçok dağ “kutsal” veya “mübarektir” ve her bir membanın, dağın, korunun ve akarsunun ruhu vardır. Bu bedensel, ruhsal ve zihinsel bir macera olacaktı.

  1. GÜN

Dünyanın dört bir köşesinden gelen (Sri Lanka, Hong Kong, Burma, Rusya, İngiltere, İsveç) 15 kişilik yogi grubumuzla Trans Mongolian istasyonuna gitmek üzere Ulan Batur’da buluşuyoruz. Bu ekspres bir sefer değil ve sekiz saat boyunca kırsal bölgeden ağaçlık alanlara kadar hızla geçiş yapan manzarayı izliyorum. Gökyüzü muazzam, bulutlar neredeyse yere yakın ve zaman zaman şimşek çakıyor. Bu büyüleyici bir manzara. Sonra birden bire kendimizi varış noktasında bulduk ve insanlar telaşlı bir şekilde trenden indi. Tren uzaklaştıkça kendimizi bir bilinmezin ortasında buluyoruz ve o ilk terk edilme korkusu ile birlikte kimsesizlik hissi baş gösteriyor.  Daha sonra büyük eski bir otobüs beliriyor.

Ikh Nart Ulusal Parkına ve bir hafta boyunca kalacağımız alana varmadan önce iki saatlik bir yol daha gidiyoruz. Makilerin etrafında beliren kayalar kampımızı kuracağımız yuvarlak alanı oluşturuyor. Eğer durduğumuz o tren istasyonu bir bilinmezdiyse, Ikh Nart bilinmezin de bilinmeziydi; son derece ıssızdı.

Benliğinizi Keşfedin’in kurucusu Jools Sampson kollarını açarak etrafımızdaki vahşi doğayı kucaklıyor ve şunu söylüyor: “Burada yaşam oldukça sade. Dış dünya ile iletişimimiz yok. Tamamen temiz yiyeceklerle besleneceksiniz ve günde dört saatlik sıkı bir yoga çalışması yapacaksınız.” Ve duraksıyor. “Etrafınızda ne kadar çok alan olursa, kendinizi o kadar çok keşfedersiniz.”

Manzara büyük olsa da korkutucu değil. Kampımızı çevreleyen kayalar bir tür sihirli çember gibi bizi koruyormuş hissi uyandırıyor. Düşünüyorum. Kilometrelerce uzaktayım, çölün ortasındayım ve kendimi güvende hissedebiliyorum.

Moğol göçebelerinin kullandığı yurt çadırlarında kalıyoruz; kimimiz tek kimimiz birkaç kişi birlikte kalıyoruz.

Kaldığım çadırda evimde gibi hissediyorum; sıcak ve rahat bir ortam. Soba (aslında bir deve gübresi) etrafına kaplanmış bir alandan oluşuyor burası. Burada ne elektrik, ne internet ne de telefon var. Cep telefonumu sırt çantamın en dibine atıyorum ve yatağıma uzanıp bir oh çekiyorum.  Sobadaki ateş çıtırdıyor ve çadırın tepesine gölgeler yansıtıyor. Uzaktan gelen bir gök gürültüsü sesi eşliğinde uykuya dalıyorum.

  1. GÜN

Sabahın dördünde uyanıyorum ve kampın öteki ucunda kalan tuvalete doğru yürürken karşılaştığım manzaradan ötürü gözlerime inanamıyorum: karşımda patlamış mısır taneleri gibi serpilmiş samanyolu. Bir an başım dönüyor – gökyüzü öylesine büyük ki neredeyse kendimi kaybediyorum.  Bu manzara büyüleyici olsa da, keçeli yorganımın altında birkaç saat daha uyumak için çadırıma geri dönüyorum.

Taze zencefil ve zerdeçal çayının ardından yoga vakti geliyor. İngiltere’den gelen ve tanınmış bir Jivamukti hocası olan eğitmenimiz Emma Henry. Emma Henry yüzünde bir tebessümle birlikte şu sözleri söylüyor: “Bu zor bir ortamda yapılan zor bir yoga”. Jivamukti oldukça yorucu ve atletik bir yogadır (ashtanga yogadan gelişen bu tür hatha yoganın çok daha dinamik bir versiyonudur) ve güneşi selamlama hareketleri ile hareket ederken kendimi sakar, yavaş, aşır ve görgüsüz hissediyorum.

Emma bize kökten itibaren çakralarımız üzerine çalışacağımızı anlatıyor ve şunları söylüyor: “Kök çakra hayatta kalabilmemiz ile ilgilidir.  “Dünyaya güvenli bir şekilde gelebilmemiz zordur – doğum sancısı esnasında verilen emek gibi.” Son dönemde hayatım içinden çıkılmaz kargaşalarla doluymuş gibi hissediyorum ve endişelenmeye başlıyorum. Bu çöl macerası acaba benim için fazla mı zorlu olacak, çok mu katı olacak? Acaba daha sakin, daha rahat, daha kolay bir programa mı katılmalıydım?  Gerçekten doğum sancısı gibi bir emek vermek istiyor muyum?

İkinci yoga seansı bu düşüncelerimi olumlar gibi gözüküyordu.  Yapamayacağım.  Kollarımı kontrol edemiyorum. Ayaklarım kopuyor. Ağlamaya başlıyorum ve kendimi tutamıyorum. Ayağa kalkıyorum, sendeliyorum ve çadırıma geri dönüyorum. Eve gitmek istiyorum.  İçeri Jools giriyor ve konuşmaya başlıyoruz. “Hemen hemen herkes bu süreçten geçiyor, emin ol” diyor bana.

“Yalnızca sen değilsin, bunu bil.  Bunca yolu bu inziva programı için gelmiş olmanın harekete geçireceği duygular, hisler var elbette. Ve bu hisler git gite açığa çıkmaya başlayacak.” Haklı olduğunu biliyorum, ama yine de biraz güçsüz hissediyorum.  Dışarı çıkıyorum ve bir kaya üstünde oturarak öylesine bakınıyorum. Daha sonra odaklanmaya başlıyorum ve ayaklarımı izliyorum. Yakından baktığım zaman Gobi aslında çorak değilmiş – ayağımın altındaki topraktan yer yer minicik beyaz çiçekler ve ufacık çimler çıkmış. Bir kertenkele alaycı bir şekilde yüzüme bakıyor. Gölgeler uzamaya ve hava ufaktan ısırmaya başladığında şunu anlıyorum: bu yer aslında benim onu öyle düşünmeyi tercih ettiğim ölçüde ıssız.

  1. GÜN

Bugün yaratıcılık, duygular ve cinsel ilişkiler ile birlikte sakral çakra üzerine çalışıyoruz. “Kalçalarımıza odaklanıyoruz” diyor Emma. “Kalçalarınızı açın ve kapatın, öne doğru ve geriye doğru çekin – kalçalarımızda çok fazla duygu var.” Öfkeli ve şiddetli tanrıçalar olan Kali’ye ve Durga’ya şarkılar söylememiz için Emma bizi yönlendiriyor. “Özgür olmayan her şeyi al götür” diye eşlik ediyoruz. Bu kulağıma iyi geliyor.  Kahvaltıdan sonra meditasyon yapmak üzere dışarıda uzanıyoruz. Yumuşak bir esinti tenimi gıdıklıyor ve kuşlar cıvıldayarak başımın üzerinden uçuyor. Moğolca seslenen kahkahaları ve bir devenin homurdanmasını duyabiliyorum.

Rahatlamaya başlıyorum. Öğleden sonra masaj çadırının yolunu tutuyorum. İçeri girerken ateşten çıkan sıcak hava dalgası yüzüme vuruyor ve sandalağacının odunsu hoş kokusu duyuluyor. Jools sadece yoga programını değil yanı zamanda kendi sıcak taş ve derin doku masajını da uyguluyor. Jools’un güven veren elleri hem rahatlatıyor hem de vücutu besliyor. Zaman zaman birileri sessizce içeriye girip ateşin üzerine yeni odunlar eklese de benim ruhum duymuyor, çünkü keyfim son derece yerinde.

Akşam yogası ise bir yin seansı, bu yüzden sessizliğimle baş başa kalıp meditatif bir sükunet içerisinde kalabiliyorum. Yin yoga ağır ilerlese de, oldukça güçlü bir seans. Belirli bir pozisyonda kalıp hafif bir “okyanus nefesi” kullanarak sınırınızı bulabiliyorsunuz ve vücudunuzun gevşediğini inceleyebiliyorsunuz.  Öne doğru eğilme hareketi esnasında (büyük keçeli minderlerden destek alarak) Emma şunu söylüyor: “hareketsiz kalmaya kendinizi adayın” “Sizi neyin beklediğini keşfedin.” Emma kısık ses tonuyla şarkı söylerken, vücudumun rahatladığını hissediyorum ve kendimi biraz daha bırakıyorum. O gece kayaların üzerine oturdum ve gün batımını izledim. Kuşlarsa esen rüzgarın dalgalarını takip etti. Derin bir nefes verdim.

  1. GÜN

Bu gerçekten tam anlamıyla bir detoks. Vücudumuzu ve zihinlerimizi temizleyen sadece yoga değil, aynı zamanda yediğimiz yiyecekler. Moğolistan’da yemekler son derece et ağırlıklı olsa da Benliğinizi Keşfedin programı imkansızı başarmak için Kamboçyalı bir vegan aşçı olan Emma Fountain’i getirerek çadırdaki küçük mutfakta bulunan basit bir ocak üzerinde mikser ve blendır gibi elektrikli aletler kullanmaksızın glütensiz ve şekersiz vegan yemeklerin servis edilmesini başarmıştır. Lezzetli ve bir o kadar da hafif olan bu yemekler şaşırtıcı derecede farklı tatları bir araya getiriyor.

Bugün, 13. yüzyılda bir lamanın meditasyon yaptığı kayaların ardında kurulu bir çadır kampına, doğanın içine doğru yol alıyoruz. Yolculuğuma kampımızın etrafında dolaşan iki hörgüçlü bir devenin üzerinde başlıyorum ancak bir saat sonra sırtım ağrımaya başlıyor ve ben de bir deve arabasına biniyorum.  Develer inanılmaz yavaş hareket ediyor ve grup arkadaşlarımın çoğu yürüyor; bense bu yaşamın ağır ilerleyişi içerisinde manzaranın keyfini çıkartıyorum.

Doğal bir amfi tiyatro oluşturan kayalar üzerinde oturup meditasyon yapıyoruz ve tanıdığımız, tanımadığımız bütün insanlar için, ailemiz, dostlarımız, arkadaşlarımız için şükrediyoruz. İçimde çok büyük bir hassasiyet, bir duyarlılık uyanıyor; hatta en katı insanların içinde bile bu yumuşama baş gösteriyor. Akabinde, güneş batıyor ve ateş yakıyoruz. Bu ateş loş bir ortam yaratıyor ve coşkun bir rüzgar alevleri yükseltiyor.

Emma bu kutsal alanda kirtana duası okumaya başlıyor. Çayımızı yudumlarken gölgelerin yükselişini izliyoruz ve kırlangıçlar zikzak çiziyor. Bu çok güzel bir gece.

  1. GÜN

Kayaların ardından doğan güneşi selamlamak için dışarı çıkıyoruz. Yoga için açık alanda olmak çok güzel; yanımdaki arkadaşımın matına doğru hareket eden bir böceği şaşkınlıkla izliyorum.

Yerli rehberlerden biri bizi şehre doğru götürüyor ve onu takip ediyoruz. Rehber belirli bir yolu takip etmektense, kendi iç yönlendirmesi ile düz bir çizgide yürüyor. Kayalıklar üzerinden güçlükle geçiyoruz ve düz olmayan çölden yürüyoruz.  Tepemizde akbabalar, dev kuşlar uçuyor. Rüzgar esmiyor. Hava çok sıcak.

Çadırımdan yalnızca bir gece ayrı kaldım ama yine de kampa dönmek için can atıyorum. Doğa uçsuz bucaksız olmasına rağmen insan burada kendini o kadar da yalnız hissetmiyor. Muhtemelen bunun sebebi burada yaşayan insanların olmasıdır. Burası insanların kayalarla, taşlarla şahsi ilişkiler kurduğu bir yer. Yavaş yavaş bunun ne demek olduğunu anlamaya başlıyorum.

  1. GÜN

Yine bir kaya üzerinde oturup ılık rüzgarın yumuşak dokunuşunun keyfini çıkartıyorum. Şimdi çok daha yavaş hareket ediyorum, hatta toprakla daha yakından bir bağ kurabildiğimi hissediyorum. Artık her bir taşın, çimenin farkına vararak, dikkatlice atıyorum adımlarımı.

Sırtımı kayaya veriyorum ve onunla bütünleşmeye, kalbimi açmaya ve gökyüzünü izlemeye bırakıyorum kendimi. Sanki merkezkaç kuvvetinin beni kontrol ettiği bir panayır alanındaymışım gibi hissediyorum. Gobi’de bir kaya üzerinde uzanıp, evrenin dönüşünü izliyorum. Kahkaha atmaya balşıyorum ve boğazımdaki çakranın açıldığını duyuyorum.

Yürüyorum ve bir başka yer buluyorum kendime. Burası o kadar da rahat değil. Omurgama ve koluma sivri uçlu bir şeyler batıyor. Yoksa bu toprağın uyguladığı bir tür akupunktur mu? Bunu deneyimliyorum. Ve iyi hissettiriyor.  Topraktan beni iyileştirmesini diliyorum ve neredeyse bunun gerçekleşeceğine inanıyorum.

Akşam olduğunda yin yogaya başlıyoruz. Bu iyi hissettiriyor; toprağın, feminen olanın yogası – kendini bırakma hali.

  1. GÜN

Artık son günümüz ve “citta” gibi zihinsel çalışmalara yöneliyoruz.  Yoga çadırında otururken Emma bize Pantanjali’nin yoga yazılarından bir şeyler okuyor. “Bereketli bir zihin geliştirin” diyor. “Mutlu olanlar için mutlu olun, mutsuz olanlara şefkat gösterin, başarılı olanlara sevinin, kötü olanları umursamayın.” Bu sinirlenmemek, şefkatli ve merhametli olmak ile ilgili bir derstir. “Bütün kilitler için cebinizde doğru anahtarları bulundurduğunuz zaman her durumla başa çıkabilirsiniz” diyor Emma. Seans boyunca bunun üzerine düşünüyorum. Ben atletik bir yogi değilim – Chaturanga pozisyonunda duramam veya ellerim veya kollarım üzerinde dengede kalamam, ama mühim olan bu değil. Ben buyum ve artık kendime, vücuduma ve zihnime biraz şefkat göstermem gerektiğine karar veriyorum. Çöl bana sabırlı olmayı öğretti ve kim olduğum ve olmadığımla ilgili bana daha güçlü bir algı kazandırdı.

Ulan Batur’a geri dönerken, kayaları izliyorum ve en sevdiklerimi başımla selamlıyorum. İlerledikçe sanki arkadaşlarımdan ayrılıyormuşum hissine kapılıyorum ve özlem duygusu kalbimi dolduruyor.

Gobi’yi terk ederken, tıpkı Sanskritçedeki om şeklinde bir bulut gözüme çarpıyor. Bu bir kutsanma anıymış gibi hissediyorum. www reclaimyourself.co.uk;

www.nomadicjourneys.com