Nebil Özgentürk “Babamın Berber Dükkanı Beni Belgeselci Yaptı”

nebil özgentürk

“BABAMIN BERBER DÜKKANI BENİ BELGESELCİ YAPTI”

Bu kaçıncı röportajım, saymadım bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki; bazı isimler var, sohbet hiç bitmesin istiyorum. Sanki tüm yaşanmışlıklarını, biriktirdiklerini eleyip, sadeleştirip, hayatın formülünü bir çırpıda vereceklermiş gibi hissettiriyorlar. Nebil Özgentürk de o isimlerden biri. 600’den fazla yaşamın röntgenini çekti, urlarını buldu, kendine has renkleri olan hikayeleri, sarıya çalan içli anlatımıyla, renkli ekrandan bizlerle paylaştı. Torunlarımızın açıp bakabileceği, belgelerin altına imzasını attı. Ayın 30 gününün, en 20 gününü il il dolaşarak geçiren Nebil Özgentürk’ü yakalayabildiğim, kısa bir zaman dilimine sığdırmaya çalıştım. Olduğu kadar… Kısacası, kıymetini bilelim derim bu adamların. Her şeye kolayca ulaştığımız, bugün yapılanın yarın bir değerinin olmadığı günümüz düzeninde; mevzuları derinine zorlayan, okuyan, biriktiren, anlatan, gün yüzüne çıkarmak için çalışan, kendini adayanlardan elimizde çok da kalmadı…

Bir insanın hangi bilinçaltı duygusu, o insanı belgeselci olmaya iter?

Bu mesele benim dünyamda şöyle başladı. Babam geç okuma yazma öğrenmiş bir insan. Okuma yazmayı askerlikte öğrenmiş. Sanki intikam alırcasına yıllar boyunca kitap okumuş. Ve sonra bize, önceki yıllarda okuduğu kitapları, keyifle paylaştı. Hem biraz sınav yapar gibi hem de bir köy endüstrisi öğretmeni gibi. Bir de berberlik yaptığı için çok insan tanıyor. Adana gibi yerde; Orhan Kemal’den, Yaşar Kemal’e, Abidin Dino’ya, Hacı Ömer Sabancı’ya dönemin adamları babamın makinesinden geçtiler. Hepsi başını babama teslim etti. Böylece, bütün bu berber muhabbetleri, sivil toplumcu olması, eğitimci olması, kendi semtine okul yaptırmak için çaba sarf etmesi, onun fazla okutmaya ve eğitime meraklı olmasını anlatan şeyler. Bütün çocuklarını Avrupalar’da okutmak istedi. Bütün bu operasyonda ben, anlatıcılık diye bir şeyi babamda gördüm. Galiba eve gelen giden o edebiyatçı insanların, biraz da abim sayesinde aşina olduğum; Atıf Yılmaz’dan, Yılmaz Güney’e, Türkan Şoray’dan, Can Yücel’e kadar edebiyat ve sinema insanlarının bizim ev çevresinde olmaları benim başka bir meslek yapma şansımı ortadan kaldırdı. İşletme Fakültesi mezunuyum ama gönlüm hep şiirde, yazıda, anlatımda oldu. Babamdan da aldığım bu anlatıcılık refleksiyle yıllar sonra anlatıcı olarak var oldum.

Dönüm noktanız…

Ama asıl dönüm noktası muhabir olmam. Her alanda muhabirlik yaptım. Körfez’de, Romanya’da, Libya’da, Abhazya’da, Irak’da ben hep gazeteciydim. Bunlar da insana büyük tecrübe sağlıyor. Arkasından bizim Günaydın gazetesi iflas etti. Sabah gazetesine transfer oldum. Sağ olsunlar Zafer Mutlu, Selahattin Duman, Ekrem Çatay, Fatih Gedikoğlu benim için çok önemli isimler. Bir de Zülfi Livaneli var. Orada büyük bir şans yakaladım ve tam sayfa belgesel tadında portre yazılar yazmaya başladım. Ekrem Çatay, – Atv Genel Müdürü – bu portre yazılarını belgesel yapalım dedi ve mevzu alıp başını gitti. Ama ben kurbağa belselcisi değilim. Türkiye’nin hikayesini anlatıp, dertli, acı çeken insanların, acı çeken edebiyatçıların, sansüre uğrayan sinemacıların, cezaevine giren şairlerin hikayelerini anlatarak, bir Türkiye hikayesi anlatmayı da görev edindim.

Sayısız belgesele imza attınız. Belgeselin hammaddesi, yürünen hayat yolunun renkli, belki de biraz inişli çıkışlı olmasıdır. Günümüzde belgeseli çekilecek kadar hayatında renk barındırmış isim bulmakta zorlanıyor olacağınızı düşünüyorum.

Var askında. Mesela Tarkan ve Cem Yılmaz, yeni dünyanın yarattığı efsaneler. Yeni kuşak arasında kendilerine has çizgileri var. Toplumun ortak beğenisini kazanmış iki isim. Belgesellere konu olmuş efsane isimler kadar olgun birer meyve olmayabilirler ama iyi denilebilecek meyveler.

Kesinlikle alanında çok başarılı iki isimden bahsediyorsunuz ama benim kastettiğim şu; bir ismin belgesele konu olabilmesi için kozasını yırtarak bir şeyden bambaşka bir şeye evrilmesi, tırnak içinde biraz da mücadelelerle yoğurulması gerekiyormuş gibi geliyor. İlla maddi mücadelelerden bahsetmiyorum. Statüsel, kimliksel, toplumsal başkaldırışlara da sahip olmalılarmış gibi geliyor.

Yoksunluk ve yoksulluk bir başarı ivmesi kazandırır. Sırça köşklerde yaşayan çocuklarda büyük sanat yetenekleri görmedim kusura bakmasınlar. Mesela Mehmet Ali Birand, ayağı aksak olduğu ve yoksulluk da çektiği için belki de bu duruma intikam olsun diye ben iyi sunacağım, iyi bir televizyoncu olacağım diyerek kozasını yırtmaya çalıştı. Kozasını yırtmaya çalıştı, 40 tane ameliyat oldu dizinden. Cem Yılmaz da tezgahtarlık yapan bir adamın oğlu ve Cem o zaman babasının çalıştığı mağazadan tanıdığı bir adamın, küçük bir ricasıyla, bir mizah dergisinde çalışmaya başlıyor ve o mizah dergisinde, komiklikler yaparak, dikkat çekerek, sahne çıkıp beceri göstererek, Türkiye’nin en çok güldüğü adam oluyor. Bence bu bir kozayı yırtma hikayesidir. Tarkan, Çınarcık’ta bir barda sahne alırken, dünyada dinlenen bir adam haline geldiyse, bu da bir kozayı yırtma hikayesidir. Ama sana şu konuda katılabilirim; eskiyle kıyaslarsak, insanların, protest bir duruş sergileme cesareti yok. Parasını kazananın, susmayı tercih ettiği zamanları yaşıyoruz.

Ümidiniz var mı?

Yaşar Abi’den (Kemal) bir cümle gelsin o zaman. “Umutsuzlar, umut yaratan insanlardır.”

Belgesel çekerken, insanların hayatına balıklama, derinlemesine dalıyorsunuz. Sizi çok etkisi altında bırakan, tokatlayan kimlerin hayatları oldu?

Atilla İlhan. Lise 3. sınıftayken bile başına gelenlerden sonra, böyle nasıl kahramanlaşabildiğine insan şaşırıyor. Bir de Tarık Akan’ın dönüşümüne çok büyük saygım var. Bir insanın, bu ülkenin prensiyken, beyaz salonların adamıyken, birden bire Yol filminin Seyit Ali’sine, son 20 yılımızın toplumsal filmlerinin büyük karakterine dönüşmesi çok etkileyici. Düşünsenize, inanılmaz yakışıklı, bütün kızlar pervane ama o tüm bunları elinin tersiyle itip, 45 yaşında bambaşka bir adam oluyor. Aslında kazanabileceği paraları reddedip, 3 senede bir çekilecek, toplumsal filmlere yöneliyor. Bu beni çok etkiledi. Tarık Abi güzel yaşadı ve bir halk kahramanı gibi gömüldü. Atilla abi de öyle… Nazım şiiri yazdığı için sevgilisine, okuldan atılan, hapse atılan, tımarhaneye tıkılan, liseyi 10 yıl sonra bitiren ve 28 sene sonra devletin televizyonunda, gel Nazım programı yap denilen, Türk bayrağı ile gömülen bir adam. Çok ilginç bir hayat hikayesi… Latife Hanım belgeseli de benim için çok değerlidir mesela… Belgeselini çekmek bana nasip oldu. 28 sene aynı evde yaşamış yeğenleri konuştu. Latife Hanım’a saygı duymamak mümkün değil. Boşandığı 1925 yılından, öldüğü 1975 yılına kadar tek bir cümle konuşmadı. 1000 yıl evli kaldığı kişi Mustafa Kemal Atatürk. Sonuçta çok büyük paralar teklif eden yabancı kanallara direnip, konuşmayan kadın, saygı duyulasıdır. Sessizce bu dünyadan göçüp, gitti. Çektiğim belgesellerin listesine baktıkça, inanılmaz hayat hikayeleri barındırıyor bu ülke. Bazen idol, bazen ibret ama hepsi inanılmaz.

En çok konuşulan belgeseliniz hangisi oldu?

Arzu Okay. Kırmızı noktalı filmlerin, erotik yıldızı Arzu Okay, ağır erkek tiplerin sokaktaki baskısından dolayı intihar etmek üzereyken, ertesi gün, ben unutturacağım kendimi diyor ve tezgahtar oluyor. Tezgahtarlıktan, tezgah kuruyor. O tezgah 380 kişinin çalıştığı bir yer oluyor. Oradan ihracatçılığa, ihracat rekortmenliğine ve Paris’te bir büyük işletmeye dönüşüyor. Nebil Özgentürk 2000 yılında onu buluyor ve belgesel haftalarca konuşuluyor. Belgesel tarihinde ilk defa ilk 5’e girdik. Belki de “Bir Yudum İnsan” ın önünü açıyor.

Para sizin için ne kadar önemli?

Para hayatıma devam edebilecek kadar önemli. 3 çocuğum var. Onların eğitimlerini sağlayabilecek kadar önemli. Bir evde barınmamı sağlayabilecek kadar önemli. İstediğimi yiyebilecek kadar önemli. Kendime küçük de olsa molalar verebilecek kadar önemli. Ama bir yalı, bir yat kadar önemli değil.

Sizin hiç istemediğiniz ama hatra binaen yaptığınız bir iş oldu mu?

Yok, olmadı. Ben televizyonda çok özgürdüm. Kendimi sansürletecek hale getirmemeye çalıştım. Kendi küçük köşelerimi belirledim ve derdimi anlattım. Belgesellerimi ve tanıtım filmlerimi birbirinden ayırarak değerlendirmeli. Bu nokta, altını çizmem gereken bir konudur.

Kaç belgeseliniz var?

600’ü aşkın belgesel, 1200’ü aşkın program çektim.

İçinizde kalan ve yapmadan ölmek istemiyorum dediğiniz bir iş var mı?

Yaşarken, Elia Kazan’ı kaçırdım. New York’ta yan masamda oturuyordu. Bir Kayserili Rum çocuğudur Elia Kazan. Marilyn Borande’yi sinemaya kazandırmış olan isimdir. Belgeselini yapma şansım varken, bir dizi talihsizlik sonucu yapamadığım ve içimde kalan bir iştir. Şimdi yapmayı arzu ettiğim, bir belgesel yöntemi var. Dökü drama dediğimiz bir yöntemin sinemalara girmesini istiyorum. Müslüm bir sinema filmi değil mi? Müslüm sinema filminin donelerini biraz da, benim belgeselim sunmuştur. İsteğim, bir belgeseli, dökü drama mantığıyla sinemalar sunmak. Yani bir oyuncunun, onu canlandırması taktiğiyle… Öyle bir hayal kurmalıyım ki; bir belgeselcinin, sinema zaferi gibi olmalı. Mesela; insanları gişelere gidip, “Orhan Kemal belgeseline bir bilet” dediklerini hayal ediyorum.

İstanbul dediğimde, bir belgeselcinin gözünün önüne ne geliyor?

İstanbul’un henüz, hala yıpranmamış sokaklarına bayılıyorum. Cumbalı evleri olan, yaşanmışlıkları olan, eski İstanbul semtlerine bayılıyorum. Bu yıpranmamışlığı en çok Adalar’da yaşayabiliyoruz. Adalar bana muhteşem bir İstanbul duygusu verir. Özellikle Heybeliada. Sanırım en iyi koruyabildiğimiz yer Adalar. İstanbul’a muazzam bağlandığım yerler var. Mesela; Boğaz hattı. Boğaz, dünyada örneği olmayan bir coğrafya. Böyle bir manzara olamaz. Boğaz’a bakıp, aşık olmayan yoktur. Kuzguncuk gibi mahalle kültürünün ve eski dokunun korunduğu semtleri çok severim. İstanbul çok kaba bir yer oldu. Ama bu kabalığa rağmen, bozulmayan çok güzel insanların da yaşadığını biliyorum.

Adanalısınız. Adana denilince haliyle kebap geliyor aklımıza ama geniş bir mutfağı olduğunu biliyorum.

Evet, Adana denilince akla kebap geliyor ama inanılmaz yemeklerimiz var. Mesela, Adana’da ‘Kınalı Eller’ diye bir sivil hareket var. Bu hareket içerisinde 35 – 45 yaş arasında değişen kadınlar Türkmen böreği, analıkızlı, içli köfte gibi yerel yemekleri, annelerimizin, ninelerimizin yaptığı gibi yapıyorlar. Bunlar 18 kişilik bir kadın grubu. Dertleri, Adana’ya gelen hemen kebapçıya koşmasın, yöresel diğer yemekleri de tatsınlar ve bu lezzetler yaşasın. Bu kadınlar yemekleri satıp, kadınlara destek oluyorlar, evlilik çağına gelmiş ihtiyacı olan kızlara çeyiz alıyorlar vs. Ben de onları çok destekliyorum.

Çok kültürün birarada yaşadığı bir yer Adana. Bu mutfak kültürüne nasıl yansımış?

Gerçekten Adana, Antakya mutfağı sokak lezzetleriyle dolu. Benim annemin içli köftesinde, nohutlu ekşili bamyasında, analıkızlı köftesinde şu kök yatar; Ermeni kadının nefesi, Süryani annenin bakışı, Yahudi teyzenin hamur mahareti, Arap alevisi kadının ruhu, Kürt kadınının coşkusu, Türkmen kadının süsü veya sunumu diye devam eder. Çok uzun yıllardır birlikte yaşıyorlar. Ellerinin lezzeti birbirine geçmiş bu kadınların… Kültür alışverişi, lezzet yaratmış.

Elinizin lezzetiyle ilgili nasıl yorumlar alıyorsunuz?

Yaptıkları beğenilince, insan daha fazla şey yapmak istiyor. İçimde, yemek yapmayı becerebilen bir kadın dolaşıyor. Ev yemeklerini iyi yaparım. 18 yaşımdan beri yemek yapıyorum. En son doğum günüme 70 kişi geldi. Damak tadı gelişmiş, kül yutmayacak 70 kişiye yemek yaptım. Yemeklerimin süsü püsü yoktur ama lezzeti vardır. Yemek yaparak stres atıyorum. Eşim de vitesi boşa aldı. Evde mutfak işi bende.

İkizleriniz kaç yaşında oldu?

30. Onlar hiç yemek yapmayı bilmezler, yumurta dahi kıramazlar. Eşimle ayrıldığımızda kendimi ifade etme biçimi olarak, çocuklara, siz oturun ben size yemek yapayım dedim. Bu bir duygu veya özür. Sizi büyütemedim ya da ayda iki kez görüşüyoruz ama yemekle baba-oğul ilişkimizin aşka dönüştüğünü hissediyorum. Baba çok güzel olmuş dedikleri zaman çok keyif alıyorum.

Yemeğin birleştirici bir yanı var.

Olmaz mı? Ben zaten çok kalabalık bir ailede yetiştim. 9 kardeştik. Babamla annemin 50.  evlilik yıl dönümlerini kutladık. 62 çekirdek üye vardı. Bu da, bu arada 92 yılındaydı. O sofra babamın da hissettiği önerdiği bir şeydir. Babam eve gelirdi, başköşede otururdu, etrafında çocukları torunları gelinleri olurdu.