GÜNEŞ HAYAT& DENİZ GÜRZUMAR RÖPORTAJI

Güneş Hayat ve Deniz Gürzumar. Anne – oğul. İkisi de oyuncu. Hatta bir dönem dizileri aynı saatte yayınlandığı için rakip bile olmuşlar. Birbirlerini anlayan, senkron olabildikleri ve birlikte vakit geçirmekten keyif aldıkları bir anne-oğul ilişkisi yaşıyorlar. Mutfağımız için ise süper ikili oldular. Güneş Hanım bol bol oğlunu besledi, Deniz annesinin eğlenceli hallerini sosyal medyadan paylaştı. Sonuç olarak yine güle eğlene bir çekim gerçekleştirdik.

Hayatınızda önemli noktaları düşündüğünüzde, dönüm noktası olarak neyi anlatırsınız?

G.H.-Ankara Deneme Lisesi Mezunuyum. Rutkay Aziz, liseye oyun seçmeleri için gelmişti. Aslında oyunculuk o güne kadar çok ilgilendiğim bir şey değildi. Edebiyat hocam beni ‘hadi hepimizi güldürmeyi biliyorsun seçmelere gir bakalım’ gibi klasik bir cümle ile seçmeye yolladı ve Rutkay Hoca beni direkt oyuna seçince, o gün bu macera başlamıştı.

D.G.-Kuliste doğdum, sahne tozunu bir kere yuttum bir daha da vazgeçemedim gibi klişeye girmek istemiyorum. Çünkü öyle değil. Hatta Devlet Tiyatrosu kulislerine girdikten sonra tiyatrodan nefret bile edebilirsin. Ama benim öyle olmadı çünkü oynadıkları oyunlardaki abiler, ablalar çok enteresandı. Onlar beni oyunculuğa yaklaştırdılar. Babam, konservatuar sınavına gireceğim dediğimde ‘cesedimi çiğnersin’ dedi. Yani ‘seni asla bu piyasanın içine sokmayacağım’ dedi. Annem, ‘ne yaparsan arkandayım oğlum, sen karar vereceksin’ dedi. Ama içten içe bence o da kaygılandı. Malum şartlar onların zamanındaki gibi değil.img_0077-copy

G.H.-Bizim mezun olduğumuz dönemde sınav da yoktu. Okulumuz, Kültür Bakanlığı’na bağlıydı sonradan Hacettepe Üniversitesi’ne bağlandı. Biz doğal olarak Devlet Tiyatrosu oyuncusuyduk. Yani mezuniyet sınavından çıkıp bölge seçiyorduk. Bizden 2 yıl sonra sınav geldi.

Nerelerde görev yaptınız?

G.H.-Ben 2 yıl Diyarbakır, 2 yıl da Trabzon’da görev yaptım. Zaten Deniz, Trabzon’da büyüdü. Ama o dönemde de en şanslı bizdik tabii, çünkü bize 4 yıl diye bir söz verilmişti. Gerçekten mecburi hizmetlerimiz 4 yılda bitti.

Mecburi görev yaptığınız yerler ile İstanbul’da görev yapmak arasında seyirci açısından bir fark var mı?

G.H.-Kesinlikle.Oralarda süper bir seyirci var. Biz Diyarbakır’a 88-89 senesinde gittik. Orada bize, oyunumuzu seyreden bir çift gelip ‘Keşke bu tiyatro olmasaydı çünkü sürekli turne ekipleri geliyordu ve biz Müşfik Kenter’i seyrediyorduk, Baykal Saral’ı seyrediyorduk, Rüştü Asyalı’yı seyrediyorduk’ deyince tabi bizim dudağımız uçuklamadı değil. Aksine çok daha düşkünler tiyatroya. Hele Trabzon’da şöyle bir şansımız vardı, Haluk Ongan zaten Trabzon’a bizden 70 yıl önce tiyatroyu getirmiş. Ve doğal olarak Trabzonlular tiyatroya ve tiyatrocuya çok düşkünler. Hem Diyarbakır’da hem Trabzon’da biz zaten el üstünde ağırlandık.

Yerleşik olarak oralarda yaşamak ile turneyle gitmek arasında nasıl bir fark var?

G.H.-Yerleşik olarak yaşamak bize çok şey kattı. Ben zaten Diyarbakırlıyım. 25 yıl sonra gidip kendi doğduğum yeri keşfetmek şahane bir şey oldu. Birde biz gittiğimizde orası olağanüstü hal bölgesiydi. Rahmetli Hayri Kozakçıoğlu valiydi. Mesela Hayri Bey işini bitirir, iner sahneye bizim provalarımızı seyrederdi, kritikler yapardı. Hep denir, klasiktir ama bu doğru, hem Diyarbakır’da hem Trabzon’da çok şahane bir dönemde mecburi hizmet yaptık.img_0098-copy

Deniz senin hayatında tiyatro kısmı var mı? Yoksa direkt dizi ve sinema oyuncusu olarak mı başladın?

D.G.-Tiyatro ailem sayesinde hep vardı zaten. 16 yaşında, annemin annemi oynadığı, babamın karşı ailenin reisini oynadığı bir diziyle başladım. Zaten konservatuara girmek istiyordum.İstanbul’a gelmemizin oyuncu olmama etkisi olmuştur, belki Ankara’da kalsaydık başka bir şey yapmak isteyebilirdim. Annemin İstanbul’a tayininden sonra bende bu işi yapayım gibi bir şey oldu. Kötü de olduğumu düşünmüyorum, yapıyorum, mutluyum. Tiyatro yapıyorum, Devlet Tiyatrosu’nda uzun süredir çalışıyorum, turnelere gidiyorum. Devlet Tiyatrosu’na yürekten bir bağlılığım var. Konservatuarlar ve Güzel Sanatlar Fakülteleri senede 500-600 mezun veriyor, istihdam edebilecek 2 tane mekan var; Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları. Yani onlarda giderse elimizde avucumuzda hiçbir şey kalmayacak. Keza, 2 sandalye koyup oyun oynamayı bende takdir ediyorum, çok güzel bir yürek olduğunu düşünüyorum ama Devlet Tiyatrosu’nun imkanları gerçekten müthiş imkanlar. Ve ülkede belli bir sanat seviyesine geleceksek bu tür kurumların yaşatılması gerekiyor.

G.H.-Dediği şey çok doğru, Devlet Tiyatroları’nın ve Şehir Tiyatroları’nın, yani ödenekli tiyatroların imkanları çok fazla. Orada özellikle rejisör olarak hayalini gördüğünüz dekoru ve kostümü yapabilme şansınız var çünkü hemen paranız geliyor. Özel tiyatronun en büyük sıkıntısı bu. Açtığı şanslar çok büyük ve bu şansın bitmemesi lazım. Ben zaten herzaman Devlet Tiyatrosu’na ders olarak baktım. Öğrenciler için içinde barındırdığı oyuncuların hepsi hem çıktıkları okul hem de dünya görüşleri itibarıyla birer hoca. Yani o oyuncularla çalışan gençlerin çoğu, Devlet Tiyatrosu’nda 1-2 yıl rol oynadıktan sonra dışarıda çok daha başarılı işler yapıyor. Çünkü ders alıp çıkmış oluyor. O kadar güzel bir şey ki; bir usta-çırak ilişkisi var. Ama ileride usta sizsiniz. İzleyin, görün ve devam edin diye bir sistem.

D.G.-Birde o disiplin hiçbir yerde yok. Yani özel tiyatrolarda öyle bir disiplin yok. Olmamalı da hatta o başka bir içtenlik. Devlet Tiyatrosu’nda sahne amirin var, prova saatine 5 dakika gecikemezsin. Bürokrasi işliyor, raporlar yazılıyor. Her oyun oynandıktan sonra rapor yazılıyor, yönetmen yardımcısı imzalıyor, sahne amiri imzalıyor, nöbetçi yönetmen imzalıyor,oyun layığı ile oynanmıştır diye. O yüzden Devlet Tiyatrosu aslında benim de okulum. Konservatuarda 2 okul değiştirdim. Önce Mimar Sinan’daydım şimdi hala Haliç Üniversitesi’ndeyim. Ben Müşfik (Kenter) Hoca’nın son öğrencisiyim. Disiplini, ancak disiplinli bir usta – çırak ilişkisinde yakalayabilirsiniz. Tabii Genco Erkal’ın Tiyatrosu’nda oynarsanız da aynı disiplini görürsünüz, Haluk Bilginer ile çalışırsanız da aynı disiplini görürsünüz. 3-5 arkadaş toplanıp tiyatro yaparken böylesi bir disiplin yakalayamazsınız.img_0252-copy

Senin için oyuncu anne ve babanın çocuğu olmak nasıl birşeydi? Avantajını mı, dezavantajını mı yaşadın?

D.G.-Daha küçükken yani 16-19 yaşlarımdayken bunun hep dezavantaj olduğunu düşünüyordum. Çünkü egoları olan hocalarımız vardı ve annemle babam yüzünden; yani onlarla yaşadıkları veya yaşamadıkları ilişkiler yüzünden benim üstüme gelme durumları oldu. Bazı oyuncu büyüklerim sadece onlarla bir derdi olduğu için bana yüklendiler. O zaman çok sinirleniyordum. Artık sinirlenmiyorum çünkü dezavantaj noktası o kadardı. İnsan büyüdükçe başka şeylerin farkına varıyor. Ben, birçok sanata sonradan başlayan insandan daha fazla müzik dinledim, daha fazla kitap okudum, daha fazla film izledim ve kimsenin gidemeyeceği kadar oyun izledim. Bu yüzden ister istemez 1-0 değil 10-0 önde başladım.

Oyunculuğa önde başlamış biri olarak, ailenden oyunculuğun ile ilgili nasıl eleştiriler alıyorsun?

D.G.-Birbirimizi çok acımasız eleştiriyoruz. Babam İstanbul Devlet Tiyatrosu müdürüydü, ben o dönem 1-2 denemeye girdim. Çok önemli yönetmenler geliyordu ‘Deniz ben seninle çalışacağım, seni istiyorum’ diyordu, babam ‘asla, o daha pişecek öğrenecek, bende şuanda burada müdürüm, kimsenin ağzına laf veremem, gideceksin bilmem nerede oynayacaksın’ diyordu. Beni hep, daha köy seyirlik oyunlarda oynattı. İyi de yapmış. Şimdi anlıyorum. Onların öğretilerinin, onların minik minik söylediklerinin, kızarak söylediklerinin değerini sonradan anlıyorsun. Ama birbirimizi gerçekten acımasız eleştiriyoruz yani kimse kimsenin öyle eleştirisini kaldıramaz, biz birbirimizinkini kaldırabiliyoruz. Annem kamera önünde oyunculuk yapmaya benden daha sonra başladı. O da biranda oldu zaten. ‘Ya bende mi dizide oynasam’ dedi ondan sonra dizide oynamaya başladı.img_0387

Ama siz hiç boş kalmadınız galiba? Hapisten çıkmış, yaralı anne rollerinin vazgeçilmezisiniz.

G.H.-Evet o zaten enteresan oldu. ‘Ya sizin yaşınızdakilere ihtiyaç var.‘, ‘ E hadi görüşelim’ diyerek başladı. 7 yıl kadar oldu, hiç boş kalmadım. Çünkü bu piyasada annelere ihtiyaç çok, özellikle kocasını öldürüp hapishaneden çıkan annelere ihtiyaç daha çok. O yüzden Türkiye’de benden iyi hiçkimse, koca öldürüp hapisten çıkıp çocuklara bakamaz. ‘Kaderimin Yazıldığı Gün’ dizisi de öyle başladı, o sene Kuş Öpücüğü oyununa başladım, o oyunda da kocamı öldürüp, hapse giriyordum. Sonra Paramparça dizisinde de, kocasını öldürüp hapse girmiş bir role hayat verdim.

‘İçerde’ ve ‘Paramparça’ dizisi aynı gün yayınlanıyor. Sizin Paramparça dizisindeki rolünüz bitene kadar anne-oğul karşılıklı reyting savaşı veriyordunuz yani.

D.G.- Paramparça’daki işi bittiğinden beri savaşmıyoruz.

G.H.-Ama savaşıyorduk yani evet.

Deniz anneni bu tatlı rekabette sinir ediyormuşsun gibi bir hava sezinledim. Öyle bir potansiyel görüyorum sende…

D.G.-Reyting raporlarını karşılaştırmayı tabi ki yaptım. İnsan ister istemez iki iş de devam etsin istiyor. ‘Anne sizinki de yükselmiş’ falan diyordum. Şakalaşıyorduk.

İçerde dizisi yerini buldu. Neler söylemek istersin?

Dizi başladığında ben yoktum, sonradan ekibe dahil oldum. Dizi iyi ama set ortamı muhteşem. Herkes işini iyi biliyor. Herşey müthiş işliyor, kimse mutsuz değil. Asık surat görmemek o kadar güzel bir şey ki. Şunun çok farkındalar, ‘oyuncu, bizim yüzümüz ve bu insanlar mutlu olmalılar, buraya geldiklerinde iyi hissetmeliler’.

İnsanlar sizin anne-oğul olduğunuzu biliyor mu?

G.H.-Bunu heryerde söylemediğimizi ben dizi setlerinde farkediyorum. Benim çalıştığım ‘Adı Efsane’ seti, Kayıp Şehir dizisinin de setiydi. İçeri girip ‘biliyormusunuz Deniz’in annesiymiş’ dediklerinde ‘biz çok seviyoruz, iyi ki geldiniz’ diyorlar. Bunun büyük kazançları oluyor tabii ki. Hem oğlumla gurur duyuyorum hemde onun sayesinde çok insan tanıma şansına eriştim. Ama biz hiçbiryer de anne-oğul olduğumuz söylemedik.

D.G.- Mesela bir yerde otururken, fotoğraf çektirmeye geliyorlar, ben anne deyince şaşırıyorlar.

img_0490Anne-oğul nasıl vakit geçiriyorsunuz? Ya da vakit geçiriyor musunuz?

G.H.- Buaralarbirlikte yabancı dizileri izliyoruz.

D.G.-Haftada bir karşılıklı oturup, yemeli, içmeli akşamüstü keyfi yaparız. Alışverişe gidiyoruz, bunu da seviyoruz nedense. Torba torba alışverişten bahsetmiyorum, incik boncuk bakıyor annem, ben de ona eşlik ediyorum. Ben alışverişi çok sevmiyorum da, aralarda yorulunca kahve içmek çok güzel oluyor. Biz İstiklal Caddesi’ni bırakmıyoruz hala.

G.H.-Bırakmayalım da zaten. Bırakmamaya da inat ediyorum. Geçen gün Deniz patlamadan sonra ‘hala mı oturacağız burada’ dedi, galiba hala. İstemiyorum bırakmayı. Biliyorsunuz evler çok ucuzladı, Cihangir’den herkes kaçtı. Şuanda Bodrum Gümüşlük’te fiyatlar İstanbul’u 3’e katlayacak durumda. Ama bir şey var bırakamıyorum, bırakmak istemiyorum, tekrar canlandığını görmek istiyorum. Çünkü İstiklal Caddesi benim en sakinleştiğim yerdi. AKM kapanmadan önce prova yapardık, prova biterdi ve ben bütün İstiklal’i gezerek ezber yapar, oturur kahve içerken insan gözlemleyip mutlu bir şekilde evime dönerdim. Şimdi mutsuzum ama bırakamıyorum. İstiklal’den vazgeçmeyelim. Çünkü, orası bir kültür-sanat yuvasıydı. Sinemaları, konserleri, tiyatroları yani İstiklal Caddesi hayatımızda bambaşka biryere sahipti. Ben Ankara’da yaşarken bile, İstanbul Devlet Tiyatrosu’na turneye gelmek bizim için büyük bir keyifti ve İstiklal Caddesi’nden başka biryere gitmiyordum.

Deniz sen müzikle de uğraşıyorsun, söz-müzik yazıyorsun sanırım.

D.G.-Evet, rap yapıyorum.

Neden rap?

D.G.-Daha çok laf edebildiğim için aslında. Normalde benim orkestram da var. Cover şarkılar yapıyorum, kendi şarkılarım da var rap dışında, çıkıyorum söylüyorum. Ama rap üretmeyi daha çok seviyorum. Rap şarkı çok dinlemiyorum aslında ama yapıyorum. Çünkü çok fazla söz söyleyebiliyorum. Tabi çoğunlukla protest yapıyorum. Eğlenceli şarkılarım, duygusal şarkılarım da var ama onlar bana deneme gibi geliyor. Asıl rap yapma sebebim protest şarkılar yapabilmek..

Müziği de profesyonel anlamda hayatında var etmeyi düşünüyor musun?

D.G.-Tabii ki düşünüyorum. Müzik yapmayı seviyorum, insanlara aktarmayı da seviyorum. Bundan önce yaptığım birkaç şarkı çok fazla ilgi gördü. İlgi görenlerin çoğu da biraz fazla protest olanlardı. Çoğu internetten kaldırıldı ama yine de yapmaya devam ediyorum.

Yemek yapmayı seviyor musunuz? Yemeksel ritülleriniz var mı?

G.H.-Evimizin milli bir yemeği var. Deniz’in çocukluğundan beri en sevdiği yemek tavuk pilav. Ben bu konuda iddialıyım, çok iyi pilav yaparım.

D.G.-Tavuk pilav yanına soğanlı domates salatasıefsane oluyor.

G.H.-O bizim milli yemeğimiz. Bu menüyü haftada bir yapmaya çalışıyorum. 15 gün ara verdiğimizde Deniz ‘milli yemek günüm geldi’ diyor.

D.G.-Onun dışında kuzunun garip garip yerlerini yapmayı çok seviyor. Gerdan, sırt, bacak güzel oluyor.

G.H.-Et yemekleri konusunda da uzmanım. Çünkü ailecek etoburuz.

D.G.-Bende bir erkek olarak, yumurta ve makarnayı çok iyi yaptığımı iddia ediyorum. Bir de güzel kek yaparım.

G.H.- Evet, çok güzel kek yapar.

D.G.-Seviyorum mutfağı. Kafa dağılıyor, güzel oluyor. Hazır keki de hiç sevmem, herşeyi kendim yapıyorum. Anneannem sağolsun, 2 sene onunla yaşadım, ondan öğrendiğim şeyler bunlar. Kurabiye yapmayı biliyorum mesela. Fiziksel olarak çok belli etmesemde, ben de çok yemek yiyorum.img_0593

Son olarak yeni projeniz varsa, buradan duyuralım.

D.G.-14 Şubat’ta, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda, “Gün Adlı Aydınlık Oda” oyunumuz başlıyor. Şakir Gürzumar yönetiminde, bende yardımcılığını yapıyorum. Gelirseniz seviniriz.

G.H.-Bu ay, “Adı Efsane” isminde yeni bir diziye başlıyoruz Kanal D’de. Erdal Beşikçioğlu, Gökçe Bahadır ve Rojda Demirer başrollerinde. Buarada “Kuş Öpücüğü” oyunu da devam ediyor.